ANNE VE BABALARIN DİKKATİNE!HATTA EN ÇOK DA AİLESİNDE, ÇEVRESİNDE ÇOCUK/GENÇ BULUNAN YETİŞKİNLERİN DİKKATİNE! Sevgili yetişkinler lütfen 2-3 dakikanızı bu yazıya ayırın. Weplay, Discord, Kick, Kereste, Reddit gibi uygulamaların, platformların kaçından haberdarsınız? Çocuklarınızın, yakınlarınızın telefonlarında, bilgisayarlarında bu uygulamaların kaçı mevcut? Hangi uygulama kanallarında ne kadar vakit geçiriyor, kimleri takip ediyor biliyor musunuz? Cevabınız “hayırsa” işimiz gerçekten çok zor. Şimdiden söyleyeyim. Çocuk gece yarısı dışarı çıkıp gitmeye çalışsa: “Bu saatte nereye gidiyorsun? Dışarısı it, kopuk dolu” deyip müdahale ederiz. Ama şimdi çocuk odasına kapanıyor ve dışarıda göreceği, karşılaşacağı kötülüğün bin mislini kendi evinde yaşıyor. Çünkü o karanlık dünyada kiminle olduğunu, ne yaptığını,…
Otuz Beş Yaş Yankısı
Bugün dünyadaki 35. yılım, doğum günüm. Cahit Sıtkı’nın deyişiyle: “Yolun yarısı”. Bu zamana kadar yaşadıklarımdan, şahit olduğum binlerce hayat hikâyesinden, kendimce okuduğum kitaplardan, dinlediğim müziklerden, izlediğim filmlerden bir terapist olarak şunları öğrendim: İnsan nisyanla malüldür ve fena halde hüzne, hüsrana mahkûmdur. Her hal geçici ve insan gidicidir. Başlayan her şey bitmek içindir. Yalnızlıktan korkma, tek başına kalmayı öğren. Her gününü bir kafede, lokantada, çay bahçesinde geçirme. Evinde kendine ait bir masan, sandalyen olsun. Kendine iyi gelen şeyleri bul ve kapını kapatıp orada derinleş. Yığından ayrılmayı bil. Yığınla yaşadıkça “herhangi birisi” olursun, yığından ayrılınca “birisi”. Yalnızlığını sev ama oraya gömülme. Sıkı…
Yalnızların da Bayramı
Bayramım imdi, bayramım imdiBayram ederler yâr ile şimdi Hacı Bayram Veli I Bayram öncesi, mevsim kışa çalıyor. Soğuklar bastırmadan kalın bir mont alayım diyorum, henüz lise 1 talebesiyim. Babam emekli devlet memuru ama geçimimizi sağlamak için çalışmaya devam ediyor. Bulup buluşturup veriyor mont parasını bana, büyük bir heyecanla tırmanıyorum Tarlabaşı yokşunu, İstiklal’e gidip güzel bir mont alacağım. Hâlâ var mı bilmiyorum ama Collezione diye bir marka vardı o dönem, çoğu akranım için vasat bir markaydı ama benim için fazlasıyla lükstü. Odakule’ye doğru yürürken Mephisto’ya da uğrayayım diyorum. Kitapçıya girer girmez Can Yayınları’nın 9 ya da 10 kitaplık Albert Camus setini…
Tükettiğim Hevesler
Lütfen birisi her şeyin bittiğini söylesin. Her şey bitti, fırtına dindi, kıyamet şimdilik sona erdi desin. Kendimizi ve yolumuzu kaybettiğimiz o sokaklardan geri dönüp evimize sığınalım. Tanıdık acılarla örülmüş odamızın içerisinde sessizce ve içli içli olup bitenlere ağlayalım. Parçalanmışız. Üstümüz, başımız, yüzümüz, gözümüz ve en çok da hüznümüz. Evet, hüznümüz parçalandı çünkü üzgünlüklerimiz hiç bitmedi. Kırılmalarımız, dağılmalarımız, gözyaşlarımız hiç bitmedi. Taş değil ya bu, en nihayetinde üzüle üzüle üzülmelerimiz, hüzünlerimiz parçalandı. Ama şimdi evimizdeyiz, o küçük, ışıksız, tanıdık odamızdayız. İnsan acı bir olayı yaşarken değil de sonrasında o olayı nasıl ve niye yaşadığını düşünürken üzülüyor daha çok. Acının kendisine değil,…
Evini Kaybetmişlere
İkimiz de sessizce yolu izliyoruz. Tatsız bir haziran sıcağı, güneş tepede. Gri H100’ü ben sürüyorum. Nereye gittiğimize dair pek bir fikrim yok. Sadece gidiyoruz. Sessizliği İzzet bozuyor: “Abi, en çok neyi özledin?” diye soruyor sakince. İç çekerek: “evimi” diyebiliyorum sadece ve en iyi yaptığım şeyi yapıyorum yeniden, susuyorum. Olan, olmayan, olacak olan ne varsa hepsine susuyorum. Çünkü konuşmak bazı anlarda, görünürde bir şeyleri değiştirse de özde hiçbir şeyi değiştirmiyor, bunu çok iyi biliyorum. Susmak hayatla gizli bir anlaşma yapmak gibi. “Ne yapmaya çalıştığını biliyorum ve kabul ediyorum ama lütfen üzerime daha fazla gelme yoksa çirkinliğin hakkında ben de konuşmaya başlayacağım”…
Kaybederek Güçlenmek: Travma Sonrası Büyüme
Hayat herkesi kırar ve sonrasında çoğu o parçalanmış halleriyle daha güçlüdürler. Ernest Hemingway “Tüm bunlar bir insanın başına nasıl gelebilir, nasıl bu kadar büyük bir acıya layık görülebilir ki insan?” diye sorup ellerini başının arasına aldı ve sessizce ağlamaya başladı. Arka arkaya yaşadığı o büyük kayıplar hem ruhunu hem de çehresini değiştirmişti. Canı yanıyordu, bunları hak etmediğini düşünüyordu ve daha çok gençti. Bu anlarda susmak ve acıyı hissetmeye, anlamaya çalışmak en doğrusu. Sessizce yaşadığı acının etrafında oturduk. Seans sonundaki tebessümünden cesaret alarak: “Bu seansta sana ne iyi geldi?” diye soruyorum “Teskin etmediniz ve akıl vermediniz, sadece dinlediniz, bu iyiydi.” diye…
Âşığın Son Nefesi
Yalnızız, yapayalnız. Şaşkın ve öfkeli gözlerle etrafımıza bakıp tüm bu olup bitene bir anlam vermeye çalışıyoruz. “Gördüğüm ve hissettiğim şey neydi?” diye sayıklayıp cevap bulmak için birilerini arıyoruz fakat anlıyoruz ki eşrefi mahlukat olan insanın hamuru bu şaşkınlıkla yoğurulmuş. Kesin bir cevap yok. Bildiğimiz tek şey geldik ve gidiyoruz. Misafiriz, evimize dönüyoruz. Tüm bu gerçekliğe rağmen insan, kendisini teskin edecek, gönlüne ferahlık üfleyecek bir şeyler arıyor, bir gerçek ya da bir düş. Tüm bu zorlukların, acıların, ayrılıkların ve kayıpların üzerini örtecek bir rüyaya ihtiyaç duyuyoruz. Tam da bu noktada imdadımıza şiir yetişiyor ya da biz her düştüğümüzde “imdat” diyerek kapısını…
Tüketerek Mahvolmak ya da Mutlu Olmak
Doyumlarımızın peşinden koşturup durdukça “hayata yapıştıkça”, mutlu falan olmuyoruz; olsa olsa, mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların, gergin ve belirsiz dünyasında yaşayıp gidiyoruz. Ulus Baker, Yüzeybilim Fragmanlar. Modern dünya mutluluğa ve pozitif düşünmeye bir din gibi inanıyor artık. Başınızı nereye çevirseniz mutluluk ile ilgili bir içerikle karşılaşıyorsunuz. Çok satan kitaplar, reklamlar, motivasyon videoları, seyahat acentaları ve televizyon programları hep bir ağızdan mutlu olmamız gerektiği yönünde telkinlerde bulunuyorlar. Mutluluk hepimiz için bir ödev ve zorunluluk haline dönüşmüş vaziyette. Büyük bir iştahla ve şevkle mutlu olmak için çırpınıyoruz. Sürekli olarak duygularımızı kontrol edip kendimizi kötü hissettiğimizde bunu değiştirmek için harekete geçiyoruz. Elbette ki…
Bağların Yitimi ve Bize Kalan Boşluk
Yaşamanın değil de yaşayacak olmanın tedirginliği bu. Zamanın durmasını istediğim günlerde zamanın yok oluşuna şahitlik. Aynanın yalanladığı yüzüm, alnımda belirginleşen çizgiler, bazı hatıralara sımsıkı sarılan zihnim ve baba mirası keder. O en güzel pozu veremedik hâlâ dünyada. Tam her şeyi düzeltmişken bir şeyler oldu ve genelde bir şeyler olur tam her şeyi düzeltmişken. En güzel ve en yakışıklı zamanlarımızda bizi bulan, vuran, savuran bir şeyler. Bize en yakışan gömleği giyip yakamızı, saçımızı düzeltip tam o fotoğraf karesine girecekken bir şeyler oldu. Oysa ilk kez heveslenmiştik ve: “Tamam ulan, bu sefer sahiden de olacak herhalde” diye düşünürken, düşkünlüklerimizden vurulduk yeniden. Ve…
Sürekli Bir Yutkunma
Onun sevgilim olduğunu hayatımız yıkıldıktan sonra fark ettim. Selim İleri, Yarın Yapayalnız. Sevgili Tanrım, Yüzümü boydan boya parçalayan bu bıçak yarasını neden hep sana anlatmak ve göstermek istiyorum? Neden annesinin eteğine yapışıp ısrarla çeken bir çocuk gibi duruyorum eşiğinde. “Lütfen bana bak.” diyorum, avuçlarıma akan kanı ve yaralarımı sana uzatırken. Oysa biliyorum hep oradaydın sen, tüm bunlar olurken oradaydın, bakıyor ve görüyordun. Herkes beni görüyor ve beraberce ölüyoruz. Hangi günde olduğumuzu sıklıkla unutuyorum. Telefonun ekranına bakmak yerine insanlara soruyorum, dalga geçtiğimi düşünüyorlar. Hangi günde ve hangi zamanda olduğuma bir insan tarafından inandırılmaya ihtiyacım var sanırım. Zamanın bu kadar çabuk…