İkimiz de sessizce yolu izliyoruz. Tatsız bir haziran sıcağı, güneş tepede. Gri H100’ü ben sürüyorum. Nereye gittiğimize dair pek bir fikrim yok. Sadece gidiyoruz. Sessizliği İzzet bozuyor: “Abi, en çok neyi özledin?” diye soruyor sakince. İç çekerek: “evimi” diyebiliyorum sadece ve en iyi yaptığım şeyi yapıyorum yeniden, susuyorum. Olan, olmayan, olacak olan ne varsa hepsine susuyorum. Çünkü konuşmak bazı anlarda, görünürde bir şeyleri değiştirse de özde hiçbir şeyi değiştirmiyor, bunu çok iyi biliyorum. Susmak hayatla gizli bir anlaşma yapmak gibi. “Ne yapmaya çalıştığını biliyorum ve kabul ediyorum ama lütfen üzerime daha fazla gelme yoksa çirkinliğin hakkında ben de konuşmaya başlayacağım”…
Kaybederek Güçlenmek: Travma Sonrası Büyüme
Hayat herkesi kırar ve sonrasında çoğu o parçalanmış halleriyle daha güçlüdürler. Ernest Hemingway “Tüm bunlar bir insanın başına nasıl gelebilir, nasıl bu kadar büyük bir acıya layık görülebilir ki insan?” diye sorup ellerini başının arasına aldı ve sessizce ağlamaya başladı. Arka arkaya yaşadığı o büyük kayıplar hem ruhunu hem de çehresini değiştirmişti. Canı yanıyordu, bunları hak etmediğini düşünüyordu ve daha çok gençti. Bu anlarda susmak ve acıyı hissetmeye, anlamaya çalışmak en doğrusu. Sessizce yaşadığı acının etrafında oturduk. Seans sonundaki tebessümünden cesaret alarak: “Bu seansta sana ne iyi geldi?” diye soruyorum “Teskin etmediniz ve akıl vermediniz, sadece dinlediniz, bu iyiydi.” diye…
Âşığın Son Nefesi
Yalnızız, yapayalnız. Şaşkın ve öfkeli gözlerle etrafımıza bakıp tüm bu olup bitene bir anlam vermeye çalışıyoruz. “Gördüğüm ve hissettiğim şey neydi?” diye sayıklayıp cevap bulmak için birilerini arıyoruz fakat anlıyoruz ki eşrefi mahlukat olan insanın hamuru bu şaşkınlıkla yoğurulmuş. Kesin bir cevap yok. Bildiğimiz tek şey geldik ve gidiyoruz. Misafiriz, evimize dönüyoruz. Tüm bu gerçekliğe rağmen insan, kendisini teskin edecek, gönlüne ferahlık üfleyecek bir şeyler arıyor, bir gerçek ya da bir düş. Tüm bu zorlukların, acıların, ayrılıkların ve kayıpların üzerini örtecek bir rüyaya ihtiyaç duyuyoruz. Tam da bu noktada imdadımıza şiir yetişiyor ya da biz her düştüğümüzde “imdat” diyerek kapısını…
Tüketerek Mahvolmak ya da Mutlu Olmak
Doyumlarımızın peşinden koşturup durdukça “hayata yapıştıkça”, mutlu falan olmuyoruz; olsa olsa, mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların, gergin ve belirsiz dünyasında yaşayıp gidiyoruz. Ulus Baker, Yüzeybilim Fragmanlar. Modern dünya mutluluğa ve pozitif düşünmeye bir din gibi inanıyor artık. Başınızı nereye çevirseniz mutluluk ile ilgili bir içerikle karşılaşıyorsunuz. Çok satan kitaplar, reklamlar, motivasyon videoları, seyahat acentaları ve televizyon programları hep bir ağızdan mutlu olmamız gerektiği yönünde telkinlerde bulunuyorlar. Mutluluk hepimiz için bir ödev ve zorunluluk haline dönüşmüş vaziyette. Büyük bir iştahla ve şevkle mutlu olmak için çırpınıyoruz. Sürekli olarak duygularımızı kontrol edip kendimizi kötü hissettiğimizde bunu değiştirmek için harekete geçiyoruz. Elbette ki…
Bağların Yitimi ve Bize Kalan Boşluk
Yaşamanın değil de yaşayacak olmanın tedirginliği bu. Zamanın durmasını istediğim günlerde zamanın yok oluşuna şahitlik. Aynanın yalanladığı yüzüm, alnımda belirginleşen çizgiler, bazı hatıralara sımsıkı sarılan zihnim ve baba mirası keder. O en güzel pozu veremedik hâlâ dünyada. Tam her şeyi düzeltmişken bir şeyler oldu ve genelde bir şeyler olur tam her şeyi düzeltmişken. En güzel ve en yakışıklı zamanlarımızda bizi bulan, vuran, savuran bir şeyler. Bize en yakışan gömleği giyip yakamızı, saçımızı düzeltip tam o fotoğraf karesine girecekken bir şeyler oldu. Oysa ilk kez heveslenmiştik ve: “Tamam ulan, bu sefer sahiden de olacak herhalde” diye düşünürken, düşkünlüklerimizden vurulduk yeniden. Ve…
Sürekli Bir Yutkunma
Onun sevgilim olduğunu hayatımız yıkıldıktan sonra fark ettim. Selim İleri, Yarın Yapayalnız. Sevgili Tanrım, Yüzümü boydan boya parçalayan bu bıçak yarasını neden hep sana anlatmak ve göstermek istiyorum? Neden annesinin eteğine yapışıp ısrarla çeken bir çocuk gibi duruyorum eşiğinde. “Lütfen bana bak.” diyorum, avuçlarıma akan kanı ve yaralarımı sana uzatırken. Oysa biliyorum hep oradaydın sen, tüm bunlar olurken oradaydın, bakıyor ve görüyordun. Herkes beni görüyor ve beraberce ölüyoruz. Hangi günde olduğumuzu sıklıkla unutuyorum. Telefonun ekranına bakmak yerine insanlara soruyorum, dalga geçtiğimi düşünüyorlar. Hangi günde ve hangi zamanda olduğuma bir insan tarafından inandırılmaya ihtiyacım var sanırım. Zamanın bu kadar çabuk…
Yoldan Savrulmuşlara
ve ben siyah bir mum gibi sana yanmak için buradayım, yanmak siyah bir mum gibi af dilemeye yüzü olmadan. Osip Mandelstam, Siyah Mum. Endişeyle bakıyorsun fırtınayla dağılmış yüzüme ve “bu, artık o adam değil” diye düşünüyorsun kaygını büyüterek. Sandalyenin tam ucundasın, kalkmaya her an hazır, çantan kucağında, sarılmışsın sıkı sıkı, kopacak bir şeyleri tutmaya çalışıyorsun ya da kopartmaya çalıştığın bir şeyleri. Evet, kıyametimi. Ellerin titriyor bu ağustos sıcağında sigaranı yakarken, çayını ağzına götürürken, şakaklarına bastırırken. Mahcup olma diye yürüyüp geldiğin yola bakıyorum, hangi sokaktan dönüp bu sahil kenarına ulaştığını, hangi vitrine gözünün takıldığını, kaldırımın hangi noktasına bastığını ve kaldırımların…
Yaşamanın Silinmez Lekesi
Rüyaların sonuna ulaştım; Şimdi uyuyanlar arasında ne yapacağım? Tüm kurgu bir akış üzerinedir, devam eden, durmayan, bazen şiddetlenen, bazen yavaşlayan ama hep ilerleyen bir akış. Durdurmanın, geri döndürmenin ve yok etmenin mümkün olmadığı bir akış. “Hayat devam ediyor” deriz en çaresiz anlarımızda çünkü en eski öğretidir bu ve bugüne kadar hep devam etmiştir hayat, durduğu görülmemiştir. Birisi için sonlansa bile diğerleri için hep devam etmiştir, edecektir. Ama nasıl? İşte hepimizin sırtındaki o kambur soru. Hayat devam ediyor deyip yaşamak ağrısından iki büklüm olmuş sırtımızı okşarlar ama nasıl devam edeceğimizi söylemezler. Oysa mevzunun en keskin yanı budur. Hayat devam edecek,…
Burada Kalamam, Başa Dönemem
Yaradan beni ne ardıç ne çınar ufarak çayır Koşumun gıcırdar ölmek dilerim Bağrım kaynıyordur yüklerim ağır Süleyman Çobanoğlu, Tekfurun Kızı. Vuruldum. Kendi evimde vuruldum. Her şey yolunda ve hepimiz güvendeyken vuruldum. İki bıçak, bir tornavida, bir de mermi yarasıyla tanış olunca vurulmanın ne olduğunu az buçuk anlayabiliyor insan. Size yemin ederim ki vuruldum. Ellerimle kapatacak, akan kanı durduracak bir yaram yok ama vuruldum. Bu, vurulmaların en kötüsü. Tümden vurulmak, vücudunun her zerresinde o acıyı hissetmek, varlığının bütünüyle sarsılması, acıyla inlemek için bile ağzını açamamak, kalbine dünyanın tüm hüznünün yüklenmesi ama susmak, dudaklarını ısırıp parçalamak, öylece orta yere uzanıp Allah’ın…
Bitmeyen Hüznümüz ve Değişken Arzu
Artık çok geç, her zaman hep geç olacak. Albert Camus, Düşüş. Hepimiz zamanın bir yerinde birinin fotoğrafına son kez bakmışızdır. Son bir veda ve son bir bakış. O kişi zihnimizde artık o haliyle kalır; gülüşü, gözleri, yanaklarındaki canlılık ya da cansızlık zihnimize işler ve sonrasında nihayetinde belleğimizden yavaş yavaş silinmeye başlar. Acaba en son kimin fotoğrafına son kez baktık? O fotoğrafa son kez bakarsın çünkü sonraki her bakmalar ruhuna sıktığın bir kurşuna ya da bir başkasına ihanete dönüşür. Unutmak ve bitirmek içindir o son bakışlar. Bazen de hiç ummadığın bir yerde karşına çıkar bir fotoğraf ve bir kurşun daha….