Yalnızız, yapayalnız. Şaşkın ve öfkeli gözlerle etrafımıza bakıp tüm bu olup bitene bir anlam vermeye çalışıyoruz. “Gördüğüm ve hissettiğim şey neydi?” diye sayıklayıp cevap bulmak için birilerini arıyoruz fakat anlıyoruz ki eşrefi mahlukat olan insanın hamuru bu şaşkınlıkla yoğurulmuş. Kesin bir cevap yok. Bildiğimiz tek şey geldik ve gidiyoruz. Misafiriz, evimize dönüyoruz.
Tüm bu gerçekliğe rağmen insan, kendisini teskin edecek, gönlüne ferahlık üfleyecek bir şeyler arıyor, bir gerçek ya da bir düş. Tüm bu zorlukların, acıların, ayrılıkların ve kayıpların üzerini örtecek bir rüyaya ihtiyaç duyuyoruz. Tam da bu noktada imdadımıza şiir yetişiyor ya da biz her düştüğümüzde “imdat” diyerek kapısını yumrukluyoruz şiirin. Biliyoruz ki o kapının ardında bize iyi gelen, yalnız olmadığımızı hissettiren ve bize ait bir parça var. Şiirin kapısı açılacak, telaşla kendimizi içeri atacak ve salonda örtüsü ağarmış o ikili koltuğa güç bela oturup biraz nefesleneceğiz. Şiir bize kendimizi ikram edecek, karşımıza bizden yapılmış bir ayna koyacak, şaşırdığımız ve öfkelendiğimiz ne varsa hepsinin bize ait, bize benzeyen şeyler olduğunu gösterip bizi sakinleştirecek.
Paul Valery düzyazıyla söylenmeyecek düşlerin şiirle dile getirildiğini söyler. Dünyaya gelmenin ve bu gelişi sürdürmenin başlı başına bir düş olduğunu biliyoruz. Bu bitimsiz düşlemi tanımlayan ve anlamlandıran en kuvvetli dayanak ise şiir oluyor. İnsan, dünyaya rağmen şiirle dünyaya karşı koyuyor. Pişmanlıklarını, umutlarını, aşklarını, mevsimleri ve ölülerini şiirle göğüsleyip kaldığı ya da düştüğü yerden yaşamaya devam ediyor.
Devam ediyorum. Kış geliyor ve devam ediyorum. İşler yine umduğum gibi gitmedi, tuttuğum ne varsa elimde değil de gönlümde kaldı. Aynada izlediğim yüzüm yavaş yavaş eskidi. Sanki yolun ortasına değil de sonuna gelmişim gibi bakıyor gözlerim. Sevdiklerimi yitirdim. Bu cümleyi tekrar ve tekrar yazmak istiyorum: Sevdiklerimi yitirdim, sevdiklerimi yitirdim. Ama kış geliyor ve ben devam ediyorum. Yaşamaya, dalgın dalgın göğü izlemeye, annemi aramaya, market kataloglarını dikkatle incelemeye, cenaze namazlarına ve şiire devam ediyorum.
Kış ve şiir deyince aklıma Sezai Karakoç’un Kar Şiiri gelir. Ocak 1953’te yazdığı o şiir. Öyküsel yönü ağır basan Leyla ile Mecnun, Hızırla Kırk Saat gibi şiirlere pek benzemez Kar Şiiri, daha çok İkinci Yeni’nin yaptığı gibi kelimeye yeni anlamlar kazandıran, özgür çağrışımlara olanak sağlayan ve yer yer şaşırtarak boşlukları okuyucunun doldurmasına imkân sağlayan bir yapıya sahiptir. Mona Roza, Şahdamar, Körfez ve Sesler de bu söyleşin en güçlü örneklerindendir.
Turan Karataş’a göre kış şairin unutamadığı çocukluk günlerini barındıran iklimdir. Babası Yasin Efendi’nin ahenkle, çoğu manzum olan gazavatnameler, siyer-i nebiler ve Hz. Ali cenkleri okuduğu zamandır, kış. Ancak kışın öteki yüzü, doğuyu tanımlayan birçok benzer gerçekten birinin temsilen on yaşındaki Sezai’nin paltosuz, hatta ceketsiz olarak uzak mesafedeki okula yarım metreyi geçen karda bata çıka gidişini de hatırlatır. Ve kış Sezai Karakoç için uzun sürer. Şöyle söylüyor kendisi: “Evet o kış, durmadan yağmur, kar yağıyor incecik bir pardesü içinde ben titreyerek ya Meydan Palas’a ya Osman Yüksel’in kitabevine Üstad Necip Fazıl Bey’i görmeye gidiyorum. (…) Ben o zamanlar çok zayıftım. Üşür dururdum, ama bu beni dolaşmaktan alıkoymazdı.”
Kar Şiiri; yalnızların, kışın ve son çaresini son cümleye yükleyenlerin şiiridir. Şiir bitince söylenecek bir şeyin artık kalmadığını hissedersiniz çünkü kar her şeyin üzerini sessizce örtmüştür. Şöyle başlıyor şiir:
Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın
Toprağı anlamak hayatı anlamaktır. Doğumu, ölümü, yaşamayı, sürdürmeyi ve bitirmeyi anlayabilmek için önce toprağın insan hayatındaki yerini anlamak gerekiyor. Yaratıldığımız ve sonra geri döndüğümüz toprak, bizim hem yurdumuz hem de gurbetimizdir. Hem yaşam alanımız hem de ölülerimizin örtüsüdür. Hem kara hem de aydınlıktır toprağın yüzü, bu sebepledir ki hayatın ta kendisidir.
Ve kar hüzünlüdür, hüznün bir parçasıdır. Zamanın geçtiğini, ömrün yavaş yavaş tükendiğini ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını, insanın geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini hatırlatır. O büyük ve olgun sessizliğiyle sokaklara, yüce dağlara, evlerin çatısına biriken kar teslimiyeti ve sonlu oluşumuzu çağrıştırır.
Dolu gibi yağan kar artık bitmiş, güneş yavaş yavaş açmış ve damların üzerindeki kar yavaşça erimeye başlamıştır. Bu bir çoğumuz için bu hüzünlü bir sahnedir çünkü insan karın eriyişiyle beraber büyük bir gerçekle yüzleşir, geldik ve gidiyoruz. Baharın, yeniden aydınlanmanın, çiçeklenmenin ve sıcaklığın habercisi olsa da ömrümüzden bir mevsim, bir parça daha kopup gitmiştir.
İnsanın hüznü bitimsizdir, bir müddet eğlenir fakat zaman geçtikçe yeniden insan olmanın hüznü göğsümüzde filizlenir. Karakoç ‘un kar içinde yanan kar ile bu hüznün sonsuzluğunu ve yineleyişini işaret ettiğini düşünürüm hep, durmadan yenilenen ve her geçen gün yeniden omuzlarımıza yüklenen hüznü anlatır sevgiliye.
Kış geliyor ve kar yeniden yağacak içimizdeki çorak toprağa. Kar, çatlaklardan sızacak kalbimize ve acıtacak, çok acıtacak, sevgili belki de bu kış o acıyı anlayacak.
Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın
İnsan dünya üzerinde sadece hüzünlü değildir aynı zamanda ve aynı şiddette yalnızdır da. Fakat bu yalnızlığı bir şekilde unutturulmuştur ona. Hayatlarımız çok kalabalık, her yerde tanıdıklar, akrabalar, arkadaşlar, dost meclisleri, söyleşiler, paneller, konferanslar, zihnimiz tıka basa dolu. Bu doluluk arasında yine iyi hissetmiyoruz, dolduramıyoruz o boşluk hissini ve bir şeyler hep eksik kalıyormuş gibi. Olmadığımız neresi varsa oraya koşuyoruz çünkü bizim olmadığımız neresi varsa orada insanların mutlu, huzurlu ve anlamlı olduğunu düşlüyoruz. Her mekâna, her tatil yöresine, her sergiye, her filme, her şarkıya ve her kitaba koşup gidiyoruz çünkü yalnızız ve bu yalnızlığımıza bir türlü çare bulamıyoruz.
Bu kalabalık içerisinde dikkatimizi çeken çok şey var. Hem kalbimizi hem de beynimizi meşgul eden, elle tutulan yüz binlerce nesnenin arasında sıkışıp kaldık ve bu bir alışkanlığa dönüştü. Artık karşılaştığımız her şeyin ispatını istiyoruz, bilimsel bir kanıtı, ölçüsü, ağırlığı, fiyatı var mı diye soruyoruz çünkü dünyaya artık fayda maliyet analiziyle yaklaşıyoruz. Merhametin, vefanın, sadakatin ve adaletin bu ölçüde azalması ve günümüz dünyasından yavaş yavaş geri çekilmesini hep beraber izliyoruz, bu elbette ki tesadüf değil. Saydığımız bu değerler sayı ile ölçülemez ve hesap edilemez, dolayısıyla modern yaşam dinamikleri arasında sıklıkla zafiyet olarak görüldüğü için dışlanır ve bu durum insan ruhunun tabiatına aykırıdır. İnsan değerleriyle, inançlarıyla, maneviyatıyla tamamlanır aksi halde hep yarımdır.
Bu yarımlık ve kısmi farkındalık içerisinde gökten kopan kar taneleri, insana dünyada yalnız olmadığını tarifi pek de mümkün olmayan bir şekilde hatırlatır. İnsan neden kar yardığında Allah’ı hatırlar, aynı güçlü etki neden yağmur yağdığında olmaz, açıklamak zor fakat o büyülü ve saf beyazlığın bize ulaşması, dokunduğumuz an kaybolması ve mekâna çöken büyülü sessizliğin bu durumda büyük bir etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Kar gökten kopup saçlarımıza yağar ve yalnızlığımız iyileşir, sakinleşir. Saçlarına kar yağan insan büyür, uslanır, derdi derinleşir, kabulü de.
Karın saçlara değmesi dünyanın bizi biçimlendirmesidir. Bu biçim bazen nazikçe bazen de şiddetli bir şekilde gerçekleşir ve insan önünde sonunda dünyayı kabul eder, verdiklerine ve vermediklerine razı gelerek yaşama devam eder. Kabul etmek, boyun eğmek ve rıza göstermek insanın kavuşacağı en üst mertebelerden biridir. Bu kabulleniş insanın kendisinden daha üst bir makam olduğunu ve bu makamın buyruklarını kabul ettiğini de gösterir. Ve her şey bu kabullenişten sonra başlayacak. Bu şiirin anlaşılması da.
Bu adam o adam gelip gider
Senin ellerinde rüyam gelip gider
Her affın içinde bir intikam gelip gider
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın
Şairi yanlış anlamak da şiire dahildir ve belki can yangınıyla okuduğum bu şiiri yanlış anlıyorum, bilmiyorum ama devam ediyorum.
Âşık, bir eşiğin sevdalısıdır ama her daim onu o eşiğin önünde göremezsiniz. Bazen seneler boyu döşek serip uyuduğu kapının önünden bir hışımla kalkıp gider ve uzun süre görünmez. Şehirler gezer, otellerde konaklar, insanlarla tanışır, kendini toparlar, şarkı söyler, saçlarını kemik taraklarla tarar, güzel kokular sürünür ama bir gün yataktan doğrulur ve o büyük boşluk hissinin doğurduğu sancıyla sevdalı olduğu eşiğe geri döner, atar çulunu yere ve beklemeye başlar. Bu gitmeler ve gelmeler bazen bir ömür boyu sürer ve her gidip geldiğinde o adam bir başkasına dönüşür, bir başka türlü tutunur ve sever o eşiği.
O kapı önünde rüyalar görür âşık, dünyanın başka hiçbir uykusunda göremeyeceği rüyalar. Tüm bu zorluklar, gidip gelmeler, kara günler ve hasret bitmiş, kapı açılmış ve bembeyaz bir el kendisine gümüş bir tasta, taze erimiş kar suyu gibi soğuk bir tas su uzatmıştır. Âşığın gözleri fal taşı gibi açılır, kendisine uzatılan o suyu titreyen ellerle alıp kafasına diker ve günlerce, haftalarca, aylarca, belki de bir ömür o soğuk suyu kana kana içer, dünyası kendisine uzatılan o gümüş tasa dönüşür.
Ve âşık bu rüyaya bir tabir ister. Psikanalizin, bilinçdışına giden kral yolu dediği rüyalarına bir tabir bekler. Özlediği, beklediği, acı çektiği, görülmediği o eşiğin önünde bir tabir bekler, kapının sahibinden. Ve bekler ki iyi şeyler duysun, gördüğü rüyalar hep hayra çıksın, sevdiğine kavuşsun ve onunla yaşlansın. Ne olur bir şey söyle artık şu rüyaya, ellerine bıraktığım şu rüyaya bir şeyler söyle.
Affetmek aynı zamanda intikam almaktır. Sana yapılan ne varsa, atıldığın kaç kuyu varsa hepsini görüp, bilip yine de yücelik gösterip affetmek intikam almaktır. Affedilen hep yaptığıyla üzgün, mahcup ve tedirgin, affeden ise her şeye rağmen güçlü ve tetiktedir. Âşık affedilmek ister çünkü pişmandır ve çalacak başka kapısı kalmamıştır. Her türlü kazayı, belayı ve intikamı göze alıp affedilmek ister. Tüm mermilerini doldurup daya göğsüme revolveri, yeter ki affet.
Ben bu şiiri yazdım aşık çeşidi
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ışıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın
Sezai Bey yazdığı bu şiiri âşık tarzda söylenen şiirlere benzetir ve aslında derdini de hüznünü de öylece orta yere bırakır. İhtiyacı olan alıp sahiplensin, yarasına merhem olarak çalsın diye.
Askere gittiğim günün ilk gecesi. Canım fena halde sıkkın, burada nasıl vakit geçireceğim diye düşünüyorum. O can sıkıntısı ve çaresizlikle uyudum. Rüyamda onu gördüm. En son ne zaman gördüğümü inanın hatırlamıyordum ama rüyamda onu gördüm. Sabah uyandım ve yüzüme bir tebessüm yerleşmiş, ruhum, gönlüm ferahlamış, açılmış gibiydi. Sonraki iki gece daha onu rüyamda gördüm. Benim için bir mucize gibiydi. Onu rüyamda görmek, düşünmek ruhuma ışık vermişti ve her şeyi kolaylaştırmıştı. İyi ki göreceğim bir rüya bıraktın bana Bahar. İyi ki.
Kış geliyor Bahar. Şehrimize kış geliyor. Kar yağacak ve biz ayrı sokaklarda, aynı karın sevinciyle yürüyeceğiz yine. Bunu düşününce içim eziliyor ve sen bunu bilmiyorsun. Bunu bilmemen daha çok eziyor içimi.
Beni anlaman, beni doğru anlaman neyi değiştirir ki bundan sonra? Bana dair hiçbir şeyi ama hayata dair her şeyi.
Ve her şey her geçen gün daha da zorlaşıyor. Uykularımı zorluyorum, seni bir kez daha rüyamda görebilmek, ruhumu ışıtabilmek için ama olmuyor Bahar, yapamıyorum.
Yoksa rüyalarımdan da mı ansızın gittin?
Ve kendi kendime tekrarlıyorum: Acı usta bir öğreticidir, istesen de istemesen de öğrenirsin güçlenirsin, uyanırsın, ayağa kalkarsın. Yeter ki acıyı lanetleme, yaranı öteleme, kabuğunu kusurdan sayma ve unutma; insan yarayla doğar, yarayla büyür ve nihayetinde yarayla gömülür.
Kendimle gömülüyorum.