Bugüne kadar neyi sevdimse seni sevebilmek için sevdim.
Paul Celan
Hatırladığım son şey kulağımdaki vızıltı. Yaz gelince yerimizde duramayıp evdekilerden gizli mahalleden çocuklarla Kabataş’a gider hem midye toplar hem de doyasıya yüzerdik. Topladığımız midyeleri Mardinli İdris’e satar elimize geçen parayla da kayıntımızı yapardık.
O gün hava fena halde sıcak, elimi yine midye kesmiş akan kanı sarı-laci şortuma siliyorum söylenerek. Mahalleye yeni taşınan eleman da bizimle. Yeni dediysem 4-5 aydır beraber takılıyoruz, halimize bakmadan kendimizce yol yordam öğretiyoruz. Mevzudan yıllar sonra helallik istediği için olayın detaylarını anlatamıyorum ama delikanlılığa sığmayacak bir hareket yaptı o gün. Sinkafla yakasından tutup güzelce silkeledim. Nihayetinde tanısak da tanımasak da çevremizde olan her insanın haysiyetini ve şerefini savunmak öncelikli vazifemizdi.
Ağzını açıp tek kelime bile etmedi. Dostuz diye ben de çok üstelemedim ve yakasını bırakıp banklara doğru yürümeye başladım. Ben arkamı dönünce bunu fırsat bilip elindeki gazoz şişesini kulağımın üst tarafına nakşetti dostum. Tabi bizimkiler mevzuyu görüp yetişene kadar ben iki seksen yere uzanmışım. Uyandığımda şortumun rengine bakıp “ulan parmağım bu kadar kanamış mıydı benim” diye gevelediğimi hatırlıyorum. Benden iki yaş büyük Adil süt beyazı dişlerini sıkıp: “Birader mevzu yaptığın adama nasıl sırtını dönersin, hiç mi bir şey öğretemedik sana” diye söyleniyor. “Beraber vakit geçirmiştik, yemeğimizi bölüşmüştük, bana bunu yapacağını düşünmemiştim hiç” diyorum. Sahiden de bir dostumun bana arkadan vuracağını hiç düşünmemiştim. Çünkü racon o ya, dostlar birbirlerinin yanlışlarını gözlerine bakarak söyler, yapacaklarını yüz yüze yaparlar.
“Peki bundan ders aldın mı?” diye sorarsan sevgili dostum, hayır almadım, yıllardır büyümek için aynı hatayı yapıyorum; beraber vakit geçirdiğim, aynı tabağa kaşık salladığım dostlarıma koşulsuz ve tüm kalbimle inanıyorum hâlâ. İnsan inanmadan nasıl yaşar ki? Ötekine güvenmeden, sözüne itimat etmeden nasıl anlamlı bir hale getirebilir ki dünyayı? İşte bu hayal kırıklıkları, beklemediklerimiz ve ummadıklarımız bizi tam ve insan kılıyor, ayakta tutuyor. Nasıldı o söz: “Kederimi görüp takatime hayran kalıp da acıma bana. Ben ki evimi hayatın bana fırlattığı taşlarla inşa ettim.”
Ama laf aramızda bazen gerçekten de çok şaşırıyorum ve üzülüyorum. Keşke bunu duyacağıma her zerrem ayrı ayrı birbirinden kopsaydı da okyanuslara, kervan geçmez çöllere savrulsaydı varlığım diyorum. Dil varlığın evrenidir diyor ya Heidegger, görüyor ve arttırıyorum: Bazen de dil varlığın cehennemidir. Çünkü o sözleri duyduktan sonra ne sen, ne o, ne de yaşadığımız dünya aynı kalıyor. Dönüşü olmayan yollar ve dönüşü olmayan sözler, adımızı bu listeden şimdi kim silecek?
Her şeyi doğru yapmak, bazen en büyük yanlıştır. Kesintisiz bir biçimde devam eden doğru ve güzellik, insan olmanın kusuruna ve dolayısıyla da ruhuna aykırıdır. Oysa insan kusurların biçimlendirdiği bir iddiadır, kesin sonuç değil. Çünkü insan olmak kusursuz ve Tanrısal bir sanat eserine bakıp tabloda gördüğü formu, titreyen elleriyle kendi hayatına kopyalama deneyimidir. O kopya aslına ne kadar çok benzerse hayatımız o ölçüde güzelleşecektir. Fakat ellerim şu sıralar fazlasıyla titriyor sevgili dostum ve göremiyorum, sislerin arasında göremiyorum. Kendimi, fırlatıldığım dünyayı, gece uykularını, acil çıkış kapılarını ve aynı sokakta defalarca kaybolduğumu, yeniden ve yeniden başımı aynı sokağa koyduğumu göremiyorum. Ama sen söküklerimi görüyorsun ve “bu nasıl terzi” diyorsun içinden, haklısın, ama sorsam şimdi sana şaşkınlıkla “peki bu nasıl dünya?”
Dünyadaki kırgınlıklar ve mutluluklar öz itibariyle iki kişinin deneyimine muhtaçtır. Başımıza gelen acı, tatlı olayları hemen o anda bir başkasına göstermek isteriz. Güzel bir manzaraya ya da bir tabutun başında sessizce ağlayışımıza ötekini tanık etmek isteriz. Çünkü insan bir tamamlanma ve ayrılıp paylaşma deneyimidir. Bu arzu içgüdüsel bir oluştur ve birdenbire olur. Yaşadığın bir güzellik ya da kırgınlık karşısında aklına ilk gelen ve “o da bunu görmeli, duymalı” dediğin her kimse senin ruhunun eksik parçası odur. Lütfen ona iyi bak, çünkü insan dünyada bulmakla değil, kaybetmekle ve aramakla nam salmıştır.
Kasımpaşa sırtlarındayız. Portakal kasaları üzerine gün batımında kurduğumuz sofra dalgınlıklar müzesi gibi. Kendimiz ve kalbimiz hariç her şeyi unutmuşuz, Haliç’in dipsiz maviliğinde kaybolmuşuz o gün. Öksürüğüm yeniden başladı, ince ince öksürüyorum. Yakup: “Ne inatçı çıktın birader, senelerdir tekliyorsun ama bir türlü de vazgeçemedin şu dünyadan” diyor ama biliyorum ki aklı uzunca bir süredir son dönemdeki hallerimde. “Sanırım bataklığa saplandık” dedi sigarasını ciğerleriyle söndürürken. Aklıma Çobanoğlu’nun 2013 yılında yazdığı Self Awareness şiiri geliyor: “Herkes taze ayrılmıştı yârinden / Yâr gözleri inadına karaydı / Söykündüm duvara ve bir şey içtim / Samsunun fevkinde bir cigaraydı”
“Olsun” diye cevap verdim Yakup’a “biz de rezil ve malamat bir halde bataklıkta yaşarız, lotus çiçekleri gibi”. Lotus çiçekleri kirli ve çamurlu ortamlarda büyüyüp gelişir, “çamuru istemiyorum” diye de düşünmezlermiş hiç. Çünkü lotus sadece çamur sayesinde güzelliğini, özünü ortaya koyarak çiçek açar. Bu durum insan için de geçerlidir; hepimizin ruhunda mutsuzluklar, üzgünlükler ve kötücül tohumlar, çamurlar vardır ama önemli olan bu yükleri nasıl taşıyacağımızı bilmek ve kabul etmektir. Lotus çiçeklerinin çamurdan kurtulmaya ihtiyacı yoktur çünkü çamur olmazsa çiçek ölür. İçimizdeki bu dalgınlık, taşıdığımız yük ve saplandığımız bataklık olmasa biz de ölürüz. Hem de hiç çiçek açmadan ölürüz.
Resmi olarak yaz bir kez daha kötü başladı, zaten hep kötü başlar. Ama birazdan yağmur yağacak ve hepimiz ayrı evlerden, ayrı pencerelerden aynı yağmuru izleyip düşlere düşeceğiz. Evlerin düşlerimizi, kimliklerimizi ve aşklarımızı belirlemesi ne kadar hazin değil mi? Yaşadığın evin metrekaresi ölçüsünde kıymet veriyor sana insanlar, ancak o kadar yaşam hakkı sunuyor sana dünya.
Birazdan yağmur yağacak. Ve tüm bu olanlar için çok üzgünüm. Bataklığa birazdan yağmur yağacak. Ve yakında olacak her şeye kendini hazırla.
54 yapımı bir film oynuyor televizyonda: La Pointe Courte. Şöyle diyor oğlan: “sana komşu bir evde doğmuş olsaydım, her şey bizim için daha kolay olurdu” ve cevap veriyor kız: “hem de çok. Ama bana benzeseydin sana aşık olmazdım, benzerlik adım adım ortaya çıkmalı.”
Her şey adım adım; yaşamak, tanımak, sevmek, ayrılmak. Ama ölmek birdenbire.
Birdenbire.