Gölge ile yüzleşme başlangıçta gerilimsiz bir denge, duraklama getirir, ahlaki kararlara engel olur ve inançlarını etkisiz, hatta imkansız kılan bir duruş getirir. Her şey şüpheli hale gelir.
Carl Gustav Jung
Hayatımızdaki insanları doğrudan ve bütün yönleriyle tanımak en büyük arzularımızdan biridir. O insanın; kişiliğini, davranışlarını ve duygularını en ince ayrıntısına kadar bilmek ve tahmin edebilmek bizim için büyük bir konfor sağlasa da bir yerden sonra bu durum sıkıcı hale gelip ilişkilerimizi etkileyebiliyor. Tahmin edebildiğiniz ya da ‘çözdüğünüzü’ düşündüğünüz insanlar sizi bir yerden sonra sıkmaya ve sizde oluşturduğu heyecanı kaybetmeye başlar zira insan ilişkilerini diri tutan şey karşımızdakini keşfetme serüvenidir aslında. Ondaki karanlığı ve gizemi keşfetmek. Bu merak dolu serüven sürdükçe, kişilerarası iletişim ve duygu aktarımı da devamlı hale gelip daha dinamik bir bağ kurulabiliyor. Fakat bu serüven bir hırs haline dönüşünce işte o zaman sorunlar, ilişkinizin kapısını çalmaya başlıyor.
Hayatınızdaki insanı bütün yönleriyle tanımaya çalışmak elbette güzel bir istek ve bu istek, yani ilgi, sevmenin temel şartlarından biridir. Burada sık yapılan temel yanlışlardan biri hayatımızdaki insanı tanımak amacıyla onun şahsiyetine ve hayatına istemsizce saldırıp kişinin tüm kapılarını açmak ve ona yaşam enerjisi veren karanlığını, gölgesini ele geçirmeye çalışmaktır. Her ne kadar bir ilişkide iki taraf için koşulsuz güven ve şeffaflık gerekse de kişilerin kendilerine ait bir yaşam yani benlik alanları olmalı. Hayatın her anında ve alanında beraber olamazsınız, aynı şeyleri sevip aynı şeylerden nefret edemezsiniz. Bazen tek başınıza kalıp hoşlandığınız bir kitaba vakit ayırabilir ya da uzun süredir görüşmediğiniz bir dostunuzla oturup dertleşebilirsiniz. Bu durum ilişkinizin problemli olduğunu göstermez aksine bizi biz yapan yanlarımıza, değerlerimize ve gölgemize hizmet ederek bizleri ruhsal olarak daha güçlü kılar.
Yeri gelmişken söyleyelim; duygusal ilişkiler birbirinizin hayatına sahip olmak, hüküm sürmek anlamına gelmez. Bu iki yönlü bir süreçtir, iki farklı dünyanın bir araya gelme ve gönüllülük esasıyla ortak bir paydada buluşma serüvenidir. Bütünüyle aynı, tek, keskin doğrular, yaşantılar beklemek hayalcilik olur. İnsan, kendi dünyasının ikliminde ve güzellikleriyle özeldir. Bizler de ilişkilerimize, bize ilginç ve güzel gelen bu farklı dünyayı tanımak, onun gizeminde iyileşmek ve leylak kokan sokaklarında tebessüm ederek dolaşmak için başlarız. Bu esrarengiz ve zaman zaman da hiç tanımadığımız gölgelerin yansımasına şahitlik ettiğimiz sokaklar, bir zaman sonra bizim de hayatımızın bir parçası haline gelir. Fakat bu sokakların sonunu her seferinde kendimize çıkartmaya çalışmak yani kendi sokaklarımıza benzetmeye çabalamak büyük bir risktir. O sokaklar denize bakan yüzleriyle, akasya ağaçlarıyla, top oynayan çocuklarıyla, çukurlarıyla ve güneş gibi parlayan mimozalarıyla güzel, özel ve biriciktir.
Yüzleşen güçlenir
İnsan sadece aydınlık yönleriyle değil, karanlık yönleriyle de insandır ve sevilmeye layıktır. Hiçbirimiz hatadan münezzeh yaratılmadık. Hepimizin kusurları, yanlışları, günahları, zaafları, doğru yapmayı isteyip de yapamadıkları ve boyundan büyük bile bile yanlışları vardır. İnsan olmanın temelinde yani doğasında bu yanlışlardan bir parça yatar; yanlış yapabilme, günah işleyebilme tercihi. Efendimizin buyurduğu: “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” Hadis-i Şerif’i de bizlere bu bağlamda yeni bir anlam kapısı açar ve insan olmanın yükünü hafifletir.
Evet, hepimizin karanlık yönleri, bazen kendine bile itiraf edemediği gizli yanları ve utançları var dedik. Bu saklı yanlarla alakalı analitik psikolojinin kurucusu C. G. Jung şunları söyler: ‘’Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge insanın bilinçli yaşamında ne kadar az yer alıyorsa o kadar kara ve yoğun ve olur. İnsan kendi gölgesiyle yüzleşip hesaplaşmayı öğrenirse dünya için gerçek bir şey yapmış olur, günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa küçücük bir parçasını sırtlanmış olur.’’ Jung’ın işaret ettiği mesele son derece çetin ve gerçek. Gölgenizle ne kadar az yüzleşir ve gölgenizi bilinç düzeyinde ne kadar az kabul ederseniz gölgeniz o kadar büyür, güçlenir ve ruhunuzu darmadağın edecek bir tehlikeye dönüşür. Karanlık yanlarımızı görmezden gelip kör zindanlara bağladıkça, bu zindanlarda güçlenen gölge daha da şiddetlenir ve ortaya çıkmak için çeşitli yollara başvurur. Öfke kontrolsüzlüğü, depresif duygudurum, ağlama nöbetleri, anksiyete bozuklukları ve antisosyal davranış bozuklukları gölgesini reddeden insanlarda sık karşılaştığımız problemlerden birkaçıdır.
Jung’ın işaret ettiği diğer bir mesele ise dünya için gerçek bir şeyler yapma çabasıdır. Gölgesi ile yüzleşemeyen ve sürekli olarak bilinçdışına iten kişiler anlamsız bir hayat yaşarlar. Çünkü gölge, zihnimizle yaratıcı bilinçdışının tam ortasında bekler ve o bölgeye bir set çeker, o yolu tıkar ve insanın en güçlü ve şaşırtıcı yönlerinden biri olan bilinçdışına ulaşmasının önüne geçer, bizi yaratıcılıktan uzaklaştırır. Bu bağlamda gölgeden yoksun bir hayat cılız, ruhsuz ve aksaktır. Her şeyi doğru ve tek düze yapmak için uğraşsalar da bir süre sonra baskıladıkları gölgenin şiddetine maruz kalarak az önce bahsettiğimiz sıkıntılarla boğuşurlar. Bu kişiler; iyi şiirler, öyküler, romanlar yazamaz, âşık olamaz, fedakârlık yapamaz, her şeyi belirli bir hesap kitap üstüne yaptığı için insan olmanın gerçek anlamına mazhar olamaz ve hayatın sadece sınırlı bir alanını yaşamak zorunda kalırlar.
Ne kadar iyi ve düzgün biri olursak olalım, yaşamak için karanlığa ve gölgeye muhtacız. Eğer o karanlık olmazsa hayat da olmaz. Çünkü hayatın köklerinden biri de karanlıktan doğan yaşam enerjisidir, hatadan, yanlıştan, kusurdan doğan yaşama enerjisi. Biz o enerjiyi reddettikçe hayat ve huzur da bizi reddedecektir.
Ahlak zabıtaları aslında…
Gölgeyi kabullenmek ve onunla yüzleşmek büyük bir cesaret gerektirir, kendi gölgesinden korkanlar ruhuyla ve nefsiyle karşı karşıya gelmekten her zaman korkar ve kaçarlar. Gölgesinden kaçan ve kopuk yaşayan bu insanlarda görülen en temel özelliklerden biri ahlak zabıtalığıdır. Kılık kıyafetleri sebebiyle sokakta, otobüste savunmasız kadınları tekmeleyen, yumruklayan; dini, dili, ırkı için insanları ayıplayan, kötüleyen ve hatta bazen yok etmeye çalışan; kendinden olmayana hayatın hiçbir alanında yaşama hakkı vermeyen ve kendisini doğrunun tek adresi olarak gören kişilerin temelde hissettiği şey acziyet ve yetersizliktir. Kadına, çocuğa, kendinden zayıf ve farklı olana şiddet uygulayanlar, benlikleriyle yüzleşmekten korkan, zayıflığını, kusurlarını ve travmalarını kaba kuvvetle, ötekileştirmeyle çözmeye çalışan patolojik vakalardır.
Bu vakalar kendilerini doğrudan ilgilendirsin ya da ilgilendirmesin, sürekli olarak insanların hayatı yaşayış biçimleri, tercihleri kişilikleriyle alakalı sürekli olarak yorum yapma ve yargılama eğiliminde olurlar. Engin Geçtan’ın ifadesiyle bu insanlar, varlığını yadsımış oldukları gölgelerini kışkırtabilecek davranışları başkalarında gördüklerinde, kendi gölgelerini denetim altında tutabilmek için o insanları insafsızca yargılama ve aşağılama gereğini duyarlar. Ama bu bilinçdışında işleyen bir mekanizma olduğundan, kendi gölgelerini yargıladıkları insanlara yansıtmakta olduklarını fark etmeleri mümkün olmaz. Diğer insanların davranışlarına yönelik yargılamaların gerisinde, kendilerini ‘’bu ben olamam’’ mesajıyla rahatlatma ihtiyacı bulunur. Eleştirilen davranışların içeriğinin, eleştirenin gölgesinin içeriği ile özdeş olması gerekmeyebilir. Aslolan, kafese kapatılmış ama bir aralık bulup da ortaya çıkabilmek için pusuda bekleyen gölgenin özgürleşme isteğinin yarattığı tehdittir.
Takıntılı ve patolojik bir biçimde sürekli olarak ahlak ya da doğruluk üzerine yorumlar yapıp bu çerçevede insanları yargılayan, ayıplayan ve inciten kişilerin temelde ahlak ve doğruluk ile ilgili problemler yaşadığını düşünebiliriz. Kişi bu noktada gölgesini kişisel bilinçaltına bastırırken hislerini başkalarına da yansıtır ve bunu fark etmeden yani bilinçsiz bir şekilde gerçekleştirir. Aslında içindeki kötülüğü yadsıyıp sorumluluktan kurtulmak ve kötülüğü başkasına atfederek yapmaya çalıştığı şeyin nihai amacı kendini yani ruhunu korumaktır. Oysa bunun yerine zaaflarıyla, eksiklikleriyle ve karanlık yönleriyle yüzleşmeyi seçseydi, dünyayı, insanları ve her şeyden evvel kendisinin kusurlu yönlerinin olabileceğini kabul etme cesaretini gösterebilseydi tüm bu yorucu ve kırıcı deneyimlere hiç gerek kalmayacaktı.
Şunu tekrar hatırlatalım, ötelediğimiz gölgeleri ve dürtüleri bilinçaltımız sonsuza dek bastıramaz. Bu bazen rüyalarla simgesel olarak dışa vurulurken çoğunlukla şiddet ve psikolojik rahatsızlıklar şeklinde hayatlarımıza yansır. Engellenen tüm arzular bilince çıkmak için yol arar ve bir şekilde o yolu bulur.
Önümüzdeki hafta insanların taktığı maskelerden ve kendini kabul etmekten yazımıza devam edelim.
Böyle güzel yazılarla bizleri buluşturduğunuz için Allah ebeden razı olsun hocam. Şuan Orhan Gencebay “Hatasız kul olmaz hatamla sev beni” şarkısını mırıldanıyorum 🙂