Uzunca bir süre şiirin iyileştiren ve iyileştirirken de dönüştüren bir etkisi olduğuna inandım. İyi şiirin peşinde iz sürerken karşılaştığımız dizelerin bize bir yerlerden tanıdık gelmesi ve bu tanışıklığın şiirle aramızda bir paydaşlık oluşturarak dünyada aslında tek olmadığımızı ve bize benzeyen ötekilerden destek bulabileceğimizi düşündürdü hep. Bu destek sayesinde yeniden bir yerlere tutunarak ayağa kalkabilmenin gerçekliğine o kadar çok inanmıştım ki iyi şiirin bunun tam tersini yapabileceğini bütünüyle unutmuşum. Evet, şiiri bizi değiştiriyor ve dönüştürüyor ama neye ve kime?
Her şey rutin seyrinde ilerlerken bir fotoğraf, bir söz, bir görüntü ya da bir düş sizi tepetaklak edip kalan ömrünüzü artık bambaşka biri olarak geçirmenize neden olabilir. Artık eskisi gibi duymaz, görmez, konuşmaz ve hissetmezsiniz. Çevrenizdekiler bu duruma bir anlam vermeye çabalarken siz çoktan yeni benliğinize alışmış ve bu hal üzerine yaşamaya koyulmuş olursunuz. Bu değiştirme ve dönüştürme etkisi sanat eserlerinin belki de birinci işlevidir. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanının o meşhur girişini hatırlayın: ‘’Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti’’. İyi sanat bunu yapabilecek kuvvettedir ve belki de toplumların yüksek sanata duyduğu ilgi ve arayışın temelinde bu değişme güdüsü vardır, dünyaya ait olmayan ruhların gerçek memleketlerini araması ya da memleketini andıran sokaklarda gezip durması.
Yeryüzüne inen kutsal kitaptaki cümlelerin dalgalar halinde yayılması ve çoğalması gibidir elimize aldığımız her kitap. O kutsal metinlerden ne anladığı, ne anlamadığı ya da o metinlerin sanatçıdaki yankısının ne olduğunu kolaylıkla görebiliyoruz. Şair ve şiir özelinde düşünecek olursak bu yankının çoğunlukla kırılgan bir acı ve daimi bir arayış şeklinde zuhur ettiğini sezebiliriz. Şairin işaret ettiği ve bizim hayretle baktığımız yer hep bu hüznün kıyılarıdır ve sahih şiirin peşinde olan herkesin bu kıyıları bilmesi, anlaması, tanıması ve gerekirse o kıyıların dalgın bir sakini olmayı göze alması gerekmektedir. İşte şiirin dönüşümü burada başlar ve belki de bir ömür boyu sürüp gider.
Şiirlerini İtibar Dergisi’nden takip ettiğimiz 1986 doğumlu Soner Karakuş’un ilk kitabı Gece Geç yeni bir hakikat yankısıyla okurlarını selamladı. Gürültüsüz ve spot ışıklarından uzak bir şair profili çizen Karakuş’un şiirleri bu duruşunun aslında nasıl bir derinlikten beslendiğini de bizlere gösteriyor. Riyadan ve popülist beğeniden uzak, bütünüyle insan varoluşuna ve bu varoluşun doğurduğu problemlere odaklı, sahte kahramanlık ve içi boş umutlardan arınmış, okuyucuyu sessizce silkeleyen ve hissettiği karanlığı bize olduğu gibi sunan şiirlerden kurulu güçlü bir ilk kitap.
YouTube ve daha birçok sosyal medya mecrasının hayatlarımıza girmesiyle beraber yeniden şekillenen edebiyat algısı okurların ilgi ve meraklarını da hızlıca dönüştürmekte. Coşkuyla okunan duygusal sosa bulanmış, kağıt üzerinde öykü mü yoksa şiir mi olduğu anlaşılamayan, günlük konuşma dilini hiçbir estetik kaygı duymadan olduğu gibi kağıda boca eden ve bunu gerçekçilik hüviyetine büründüren şairlerin yazdıklarının ne yazık ki rağbet gördüğü bir dönemde Gece Geç gibi hem biçim hem de anlam kaygısı taşıyan kitapların varlığı okurlar için oldukça büyük bir şans. Zira iyi şiir kendini kurtarır, kendiyle beraber başka iyi şiirleri de kurtarır ve yine ortaya çıktığı andan itibaren diğer birçok kötü muhtevayı ortadan kaldırıp sehl-i mümteninin hakkını yeniden teslim ederek ustalıkla söz söylemenin ne demek olduğunu okurlara hatırlatır.
Serbest ölçüyle söyleyiş ritmini başarılı bir şekilde tutturan şair, şiir sanatının dayandığı en temel ilkeyi yani dize kurulumunu kitap boyu başarıyla sürdürmüş, şiirine yük olabilecek her türlü gereksiz anlatım ve betimlemeden uzak durarak kitabını anlamsız uğultulardan kurtarabilmiş. Biçimdeki bu rahatlık ve temizlik okurun zihninde ve kalbinde canlanan, hissedilen duygu ve düşüncelerin şiddetini arttırmasına imkan sağlamış.
Gece Geç’i okuyup bitirdikten sonra biraz düşündüm ve tekrar başa dönüp okuma ihtiyacı hissettim. Çünkü kitabın bana hissettirdiği tek şey derin bir umutsuzluk ve mutsuzluk oldu. Muhakkak o şiirlerde bir çıkış yolu, şairin işaret ettiği bir aydınlık olmalıydı fakat ne kadar okursam okuyayım Soner Karakuş’un okurlarına sadece gerçek acıyı anlattığına şahit oldum. Mutluluğu her gün bir ödev gibi arayan, yaptığı her işin, geçirdiği her günün sonunda muhakkak mutlu olmak isteyen ve bunu kendine verilmiş bir hak gibi gören insanlar için saf mutsuzluğu görmek son derece rahatsız eden ve aslında bir yandan da ruhunu tedavi eden bir yaşam olayı. Şair ilk kitabıyla bizlere bu imkanları fazlasıyla sunmuş.
Soner Karakuş’un ‘’Anneme’’ ithafıyla başlayan kitabında on dokuz şiir mevcut. Bu on dokuz şiirin on üç tanesinde ölüme ve dokuz tanesinde ise anneye vurgu yapılmış. Anne ve ölüm, anne ve ölüm, anne ve …
Kitabı okurken zihnimin bir yerinde Sezai Karakoç’un şu dizeleri yankılanıp durdu hep: ‘’Anne ölünce çocuk / Bahçenin en yalnız köşesinde / Elinde bir siyah çubuk / Ağzında küçük bir leke’’.
Herkes gider mi?
Şu bir gerçek: Annesiz kalmış evler, komutanını kaybetmiş ordulara benzer. Annenizin ilk kez sizden uzak bir yere gittiğini hatırlayın. O akşam diğer aile üyelerinin yüzündeki şaşkın ve acemi hali düşünün. Baba televizyonu karıştırır biraz, abartılı bir tavırla annenin boşluğunu dolduracağını hissettirmeye çalışır, aklı ise pişirilip dolaba koyulan yemeklerdedir o an, kaç dakika ısıtsam da yemeğin lezzetini kaçırmasam? Yemeğe oturulur, pek de iştahın yoktur zaten, sofrada muhakkak bir eksiklik olur. Ardından ışıklar kapanır, herkes yatağına döner, mağlup bir ordunun, gece vakti dönmesi gibi şehre.
Gelin kabul edelim, gerçek şu ki çocuklar annelerini hep daha çok sever ama itiraf edemez bir türlü. Akrabaların, hangisini daha çok seviyorsun sorusuna ‘ikisini de aynı’ desek de içimize döndüğümüzde hep annemizin daha uzun yaşamasını isteriz utanarak. Cennetle müjdelenen annelerin daha çok sevildiği babaları üzse de, çocuk, en çok annenin yokluğunda sahipsiz kalır.
Karakuş’un birçok şiirinde annenin yolculuğunu izliyoruz sanki. Yavaş yavaş sonsuzluğa kavuşan bir annenin sessiz ve iç burkan yolculuğu. ‘’Bodrum katından Hiralar devşiriyorum / Annemin Latince Yasin Okuyuşundan’’ diye başlıyor şair kitabına ve hepimizi bir bodrum katının soğukluğunda hasta bir annenin okuduğu Yasin-i Şerif’i dinlemeye davet ediyor. İlerleyen sayfalardaki şu dizeleriyle o küçük mutfaklardaki hıçkırık seslerini yeniden canlandırıyor zihnimizde: ‘’Okumadan da öğrenebilirdin bu kadar felsefeyi: / Annen mutfakta neden ağladı?’’
Hastalık, çaresizlik, ölüm ve yorgun bir anne profili kitap boyu kol kola yürüyor. Bazı sahneler vardır zihninizden hiç çıkmaz, bazı dizeler vardır ömrünüz boyunca hiç unutamayacağınız bir sahneyi zihninize harf harf işler ve o dizelerden sonra artık başka biri olmuşsunuzdur. Kitaba ismini veren Gece Geç isimli şiirden: ‘’Suyu / Bulandıran gözyaşı / Kana karışan Sandoz / Bir erkek için annesini yıkamak / Durmadan uzanıyor gibi o ırmak’’. Tüm bunları yaşamamak, o dizeleri yazmamak için kim bilir neler feda ederdi şair ya da biz okurlar, dolu gözlerle hasta annemizi yıkamamak için neleri feda edebiliriz? Durmadan uzanıp giden o ırmağa kapılıp gitmek belki de tüm acıları bitirecek.
Karakuş’un şiirini oluşturan temel kavramlardan biri de ölüm. Fakat ölüm temasını işlerken şair ölümü isyan edilecek ya da sürekli olarak şikayet edilecek bir olgu olarak değil, bütünüyle hayatın soğuk bir gerçekliği olarak kabul ediyor ve bu kabulleniş şiirlere saygı duyulması gereken bir ağırbaşlılık katıyor. ‘’Ölecekse bir gün annem / Ölmek güzel bir şeydir’’ diyor şair Bıçaktaki Yara’da ve Akla Veda’da kaldığı yerden usulca devam ediyor: ‘’Ölüm Yakıştı sana, her sabah saçlarını tarayıp / Göndere çekilmiş bir hayat için / Okullara götürdüğün gençliğin / Beni, kimsesiz bir kümbete çıkardı yaşamak’’.
Şiirin bir vazifesi de bu sanırım: Geleceğe ayna tutmak. Yaşanmışların birikimiyle yaşanması kaçınılmaz olanları bizlere tüm gerçekleriyle göstermek. Gece Geç bize bu imkanı sunarken bir iç muhasebe güdüsü de doğuruyor. Yaşamlarımızı baştan ayağa gözden geçirip doğruları, eğrileri yeniden hesap ederken hepimizin dünyada mutlak sona yani ölüme kavuşacağını sakince izah ediyor. Bu basit gerçekliğin anlatımı gerekli mi sorusu akla gelebilir fakat gözden kaçırmamız gereken önemli bir husus var, en büyük gerçekliğimizin yani ölümün unutulması. İçinde bulunduğumuz ya da maruz kaldığımız bu sistem bize bütünüyle ölümü ve ölüme giden yolu unutturma üzerine kurulu. Daha genç, daha sağlıklı, daha kalıcı olmak için çırpınıp duran dünya hepimize birer ölümsüzlük iksiri satmanın peşinde. Ölümsüzlüğe inanan insanlar işleyen bu çarkı daha da hızlandırırken, ölümü hatırlayan ve her gün yanında taşıyanlar sistemi yavaşlatır, günü gelince de çarkları kırıp bir kenara fırlatır. Ölümü hatırlayanlara bir şey satamazsınız, ölümü hatırlayanların ruhlarını ve bedenlerini satın alamazsınız ve Soner Karakuş’un söyleyişiyle ölümü randevu alınamayan bir sevgili olarak görenleri dünya ile kandıramazsınız.
Eğer ölümü unutturamıyorsanız onu önemsiz bir hale getirebilirsiniz ve bunu yapmak için de en kolay yol kitle iletişim araçlarını kullanmaktır. Jean Baudrillard bu konuda son derece açık ve net konuşur: ‘’Birey, televizyonda Sudan iç savaşını herhangi bir tuvalet kağıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkta izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan’daki iç savaş devam etse bile onun için bitmiştir. İşte bireyin yaşadığı bu evren ‘simülasyon evreni’dir. Her şey görüntüden ibaret ve cansızdır.” Evet artık her şey bir görüntüden ibaret; acılar, aşklar, mutsuzluklar ve ölümler. Bu görüntüleri elde ettiğimiz araçlar yani televizyon, bilgisayar, cep telefonu gibi aletler insanın kolaylıkla ulaşabileceği ve asla vazgeçemeyeceği protezleri haline gelmiş durumda. Dünyamız bu protezlerle başlıyor ve son buluyor. Soner Karakuş ise tüm bu karmaşayı şu dizelerle özetliyor: ‘’Asyalı bir ceylan öldü, onu televizyona gömdük. / Üzülemeyenler soğan soydu, şiir okudu / ‘Yemekte ne var’ diye sordu bazıları’’. Ve her şey olanca anormalliği ile devam etti.
Soylu yenilgiler
Dünyaya kaybetmek için gelmediğimiz çok açık. Kaybettiğimizi ya da kaybettiklerimizi bulmak için buradayız. Neyin eksikliğini çekiyorsak onun arayışı içerisindeyizdir fakat sanatla uğraşanların hissettiği bu kayıp ve eksiklik duygusu kolaylıkla bulunacak ve telafi edilecek türden olmadı hiçbir zaman. Kimi bu durumu olgunlukla karşılarken kimi de dünyadan öç almak için bütünüyle kendini öğütür. Bu iki seçeneği kişilerin eserlerinde kolaylıkla görürsünüz. Soner Karakuş’un ilk kitabı Gece Geç’te bu kayıpların ve olmazların olgunlukla karşılandığını görüyoruz: ‘’Yine de şükür, bir yenilgimiz var elde’’ diyen şairin bizlere sunduğu dünyada umuda ve kurtuluşa dair pek bir şey bulunmuyor. Gördüğümüz tek şey gecenin karanlığı ve ağırlığı. ‘’Güzel günler de geliyor bazen / Geliyor fakat hiç oturmuyor’’ dizeleri kitabın en aydınlık dizeleri belki de. Sonrası ise bütünüyle karanlık: ‘’Zifiri bir sabahtır mutluluk / Zamanla daha da kararacak’’.
Bir türlü doğrulamayan hayatın merkezinden bizlere seslenen şairin dünya ile arasındaki mesafe ve ilişki de üzerinde durulması gereken bir husus. ‘’Kapılar kapanır, tekrar kapanır / Budur dünyanın seni terk etmesi’’ dizeleriyle şair dünya üzerinde dünya tarafından terk edilmenin ve kapanan kapıların hep dışında kalmanın şiirini yazıyor diyebiliriz. Peki kapının dışındaki şairin hissettiği nedir? Cevabı yine şaire bırakalım: ‘’Dünya, ceviz ağacının yaktığı kına / Ve renk körü olduğunu öğrenmek / Kırk bin ton yeşilin arasında.’’ Yaşamak olanca heyecanıyla ve tüm imkanlarıyla çevresinde dolaşıp dururken şair tüm bu güzelliklerin dışında ve bu güzelliklere olan uzaklığın sebebi kendinden değil, kaderinden.
Dünyanın sadece bir hiçlik üzerine kurulduğuna inanan şairin bu hiçlikten kurtulma umudu yine kendisinden beklenen şekilde oluyor: ‘’Her neyse, altüst olunca dünyamız / Belki düşeriz gökyüzüne.’’ Çünkü şair bilir ki gökyüzüne düşünce biter dünyamız.
Tüm bunlar olurken arka planda baskın olmayan fakat orada bir yerlerde gezip duran baba imgesini görürüz. Şairin doğumunu anlatan Soğuk 86 şiirinde ‘’Elinde şekerle sarhoş gelen bir baba’’ Gizli Kalp şiirinde yine karşımıza çıkıyor: ‘’Nefesim Adıyaman’ın bir ilçesi / Akşam, Haşim’in gökyüzü / Irmağa giden kelimeler / Babalar yalnız baktığı için mi?’’ ve Sert Sessizler’de devam eder yolculuk: ‘’Yalnız bir babanın gözleriyle / Duvar ki delinir / Tüfek ve bir kitap için.’’ Kitabın son dizeleri ise şunlar: ‘’Sonra bir gün, nasılsa / Salonda uyuyakalmış baba / Üzerinde bir bıçakla.’’
Soner Karakuş şiiri size dünyayı değil, sadece dünyanın ağırlığını ve karanlığını sunar. Karşılaştığınız dizelerin sarsıcı etkisiyle zihninize o güne kadar hiç düşünmediğiniz, düşünmek bile istemediğiniz düşünceler salar. Dünyanın ‘mutlu olmalısın’ sloganlarına karşı kendi dünyasından ‘hayır, mutlu olamayacağız ve bu sessizliğimizle çoğalıp dünyadan ayrılacağız’ diye cevap verir.
Gece Geç başarılı bir ilk kitap. Daha şimdiden muhataplarını bulmuş ve bulacak olan bir ilk kitap. Hayırlı, mübarek olsun.