Hayat herkesi kırar ve sonrasında çoğu o parçalanmış halleriyle daha güçlüdürler.
Ernest Hemingway
“Tüm bunlar bir insanın başına nasıl gelebilir, nasıl bu kadar büyük bir acıya layık görülebilir ki insan?” diye sorup ellerini başının arasına aldı ve sessizce ağlamaya başladı. Arka arkaya yaşadığı o büyük kayıplar hem ruhunu hem de çehresini değiştirmişti. Canı yanıyordu, bunları hak etmediğini düşünüyordu ve daha çok gençti. Bu anlarda susmak ve acıyı hissetmeye, anlamaya çalışmak en doğrusu.
Sessizce yaşadığı acının etrafında oturduk. Seans sonundaki tebessümünden cesaret alarak: “Bu seansta sana ne iyi geldi?” diye soruyorum “Teskin etmediniz ve akıl vermediniz, sadece dinlediniz, bu iyiydi.” diye cevap veriyor. İnsanların bazen, sadece orada olmamıza ihtiyacı vardır, hiçbir şey yapmasak bile orada sessizce durmamıza. Şunu çok iyi biliyorum; insan incitildiği için travmatize olmaz, o büyük acıyla yalnız kaldığı ve çaresiz hissettiği için travma yaşar. İşte tam da bu sebepten dolayı incinmiş kalplerin dayatmacı ve sorgulamacı olmayan bir yakınlığa, yol arkadaşlığına ihtiyacı vardır. “Korkma, ben buradayım ve yalnız değilsin” diyen bir yoldaşlığa.
Çok büyük yaralar alıyoruz hayatta, gözlerimizin bile şahit olurken zorlandığı, zihnimizin ve bedenimizin donakaldığı olaylar yaşıyoruz. Ölümler, kayıplar, yaralanmalar ve daha nicesi. Tüm bu zorluklar, her şey yolunda giderken ve dünyaya dair umutluyken gelip yumruklar kapımızı aniden ve tüm ruhumuzu talan edip ele geçirir birden. En beklenmedik ve umulmadık anda hatırlatır dünya kendini, derin bir çaresizlik, yalnızlık kaplar içimizi ve biliriz ki dünya artık eskisi gibi olmayacaktır.
O olmadan yaşayamam dediğin gitmiş, tüm sevdiklerin hayata veda etmiş, evin, işin, okulun yerle bir olmuş, yaşamla kurduğun güçlü bağlar kopmuş ama sen omzuna attığın o siyah kadife ceketle, titrek ellerinle tuttuğun sigarayı ciğerlerine çekerken hâlâ bu dünyadasın, hâlâ bir şeyler hissediyorsun. Ayakların seni taşıyor, gözlerin görüyor, az da olsa canın bir şeyler yemek istiyor ve belki de biraz uyumak, her şeyi unutmak, kendini unutmak için biraz uyumak istiyorsun. Ve şimdilik buradasın, dünyadasın.
Yaşamak ve devam etmek güdüsü bir şekilde istemesen de seni ayakta tutuyor. Bunu duymak canını sıkıyor belki, yüksek ihtimalle keşke hayatta olmasaydım diyorsun sık sık ama dedim ya şimdilik buradasın ve buradayız.
Travma bir paradokstur, hem yok edici ve dağıtıcı gücü hem de büyüten dönüştürücülüğü aynı anda içinde barındırır. Travma bir yandan seni iliklerine kadar aciz hissettirirken, bir yandan da geçmişte hiç olmadığın kadar kuvvetli biri haline getirir.
Biliyorum, hem de çok iyi biliyorum. Ne bunları yaşamayı ne de bunlardan bir şeyler öğrenmeyi isterdin. Kim, her şey yolunda giderken büyük bir kayıp yaşamayı, dünyasının alt üst olmasını ister ki? Fakat burada sıklıkla unuttuğumuz ve kendimize hatırlatmak istemediğimiz şey şu: Dünya zaten böyle bir yerdir, sadece mutlulukların değil, büyük acıların, ayrılışların, acılı ve çileli ölümlerin, sevdiklerimizi ellerimizle toprağa gömmelerin, kısacası travmatik yaşantıların öz yurdudur burası.
Özellikle Batı toplumunda inşa edilmeye çalışılan acıdan arındırılmış insan modelinde verilen mesajlar genellikle aynıdır: Dünya güzel ve tadı çıkartılması gereken bir yerdir, insanın olaylar üzerinde kontrol gücü bulunur, dünya koruyucu, bilim ile kestirebileceğimiz, adil ve kendi çabamızla huzura kavuşabileceğimiz bir yerdir. Bu anlayışta iyi insanların yeterli önlemleri aldığı zaman her türlü travmatik olaydan uzak kalabileceği varsayılır. Bu anlayışla şekillenen bilişsel sistemde insan kötü olayların kendi başlarına gelme ihtimalini var olandan daha düşük görür, haberlerde izlediği o kötü olayların kendi başına geleceği gerçeğini her zaman öteler.
Janof Bulman’ın kuramsal bir çerçeveye yerleştirdiği Temel Varsayımlar Modeli’nde kişi; dünyanın iyiliği varsayımı, dünyanın anlamlılığı varsayımı ve kendilik değeri varsayımı gibi üç ana başlıkta gerçekçi olmayan bir iyilik ve esenlik halini tasvir eder. Bulman’a göre travmatik olaylar insanın içsel dünyasına darbe vurup bu varsayımları sarsarak, kişinin dünya ve kendisiyle ilgili olumlu inançlarını sorgulamasına, kendi incinebilirliğini fark etmesine neden olur. Travma mağdurları, yaşadıkları bu acı olayın kendi başlarına gelebileceğini hiç düşünmediklerini, olaydan sonra güvensiz ve korumasız hissettiklerini söylerler. Bu tepkiler bize travmaya maruz kalmamış kişinin genellikle incinmezlik yasasına göre yaşadığını gösterir.
Evet hepimiz bilinç düzeyinde sevdiklerimizin öleceğini biliriz ama sevdiklerimiz hastalandığında büyük bir korkuya kapılır hatta bazen travmatize oluruz çünkü benliğimizin incineceğine dair derin bir fikrimiz ve düşünme deneyimimiz yoktur. Travmatik olaylar gerçekleştikten sonra kişinin kendisine ve dünyaya dair sahip olduğu temel iyilik varsayımları sarsılır, dünya anlamsız ve kötü bir yer olarak görülmeye başlanır. Olaya bir anlam verme uğraşı sonucunda kişi kendini suçlamaya, olayla kendisi arasında bir bağlantı kurmaya çalışıp sorunun dünyadan değil aslında kendisinden kaynaklandığını düşünmek ister çünkü eğer olay dünyadan kaynaklanıyorsa bu kendisi için çok daha büyük bir güven zedelenmesine yol açar.
Hem iş hem de özel hayatımda ısrarlı bir biçimde dünyanın sandığımız kadar güvenli bir yer olmadığını, hayatın mutlulukları ve mutsuzlukları beraber yaşattığını, karanlığın ve aydınlığın hayatlarımızda eşit seviyede olduğunu, bitimsiz iyilik ve güzellik halinin çocukça bir arzu olduğunu, kırılmanın ve dağılmanın insana güç veren bir tarafının olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bilişsel ve davranışsal olarak insanları bu düşünceyle yoğurmak onları psikolojik olarak daha hazırlıklı, güçlü ve dayanıklı hale getiriyor. Bu inanca sahip kişi dünyadan her daim iyilik değil, kötülük de bekliyor ve bu kötülük kapıyı çaldığında ne yapması gerektiğini kestirebiliyor, hazırlıklı oluyor. Bu hazırlık elbette ki yüzde yüz koruyucu ve sağaltıcı işlev sağlamıyor fakat olay esnasında ve sonrasında ayaklarımızı yere biraz daha sağlam basmamıza vesile oluyor.
Psikanalitik kuramın travmaya dair en büyük ve bana göre işlevsel söylemi travmaların öznel olduğu ve her insanın travmaya farklı türde tepkiler verdiğini söylemesidir. Yaşanılan büyük kayıplar, zorlu yaşam olayları ve afetler sonrasında kimi insanların ayakta kaldığını, süreci daha kolay atlattığını ve devam ettiğini görürsünüz çünkü kişinin sahip olduğu bilişsel ve ruhsal donanım bu zorlu olaya bir anlam vermiş ve kişi büyük bir şok yaşamamış ardından tümgüçlülüğü ile yaşamaya devam etmiştir.
İnsanın bu incinmezlik yanılsamasıyla yüzleşmesi genellikle doğrudan ve ani bir şekilde gerçekleşir. Kişinin güvenlik anlayışı ve kesinlikleri ortadan kalkmış, kötü olayların, felaketlerin kendisine ve sevdiklerine de zarar verebileceğini görmüştür. Kaybın önlenemezliğinin fark edilmesiyle beraber kişi önem ve değere ilişkin sorgulamalara başlar. Kayıplar yaşanmış, o büyük hasar alınmış ve iş şimdi hayatta kalanların kendi hassasiyet ve kırılganlıklarıyla yüzleşme aşamasına gelmiştir. İşte tam bu evrede travma sonrası büyüme başlar; yaşamın değeri anlaşılır, yok olma olasılığını çok yakından tecrübe eden kişi var olmanın ne demek olduğunu fark eder. Bu aşamada hayat yeniden gözden geçirilerek yeniden anlamlandırılır ve kişi geriye kalan zamanını daha anlamlı bir biçimde yaşamaya çalışır.
İlk olarak 1998 yılında Tedeschi’nin zikrettiği travma sonrası büyüme kavramında; travmatik bir olayla karşılaşan bireylerin, kişilerarası ilişkilerinde düzelmeler olduğunu, kendileriyle ilgili düşüncelerinin değiştiğini, kendilerini eskisinden daha çok güçlü görmekle birlikte kırılganlıklarını ve sınırlarını kabul ettiklerini, insanların bu travmalardan sonra yaşama ve kendilerine bakışlarının farklılaştığını söylemektedir.
Tedeschi ve Calhoun’un faktör analizi kullanarak yaptıkları çalışmalarda travma sonrası büyümenin şu 5 alanda gerçekleştiğini söylerler: kişiler arası ilişkilerde olumlu değişiklikler, kendiliğin algılanmasında değişiklikler, yaşamın değerinin farkına varma, hayattaki yeni seçeneklerin fark edilmesi ve inanç sistemindeki gelişim. Genel itibariyle travma yaşayan kişiler sosyal ilişkilerinde insanlara karşı daha yakın ve daha empatik olabiliyor, kendi zayıflığını kabul edip bu kabul ile güçlü bir benlik inşa edebiliyor, hayatta paranın ve maddiyatın büyük bir değere sahip olmadığını anlıyor, her zaman gidilecek daha farklı bir yolun bulunduğunu fark ediyor ve manevi olarak daha kuvvetli bir inanç sistemi inşa ediyor. Buraya hemen şunu da eklemek gerekiyor sanırım herkes yaşadığı travma sonrasında güçlenmek, ayağa kalkmak ve büyümek zorunda değildir. Bu bütünüyle kişiye özgü bir şeydir.
Kahramanmaraş merkezli gerçekleşen deprem sonrasında bölgede yardım faaliyetlerini büyük bir özveri ile sürdüren tanınmış şeflerden Ömür Akkor kendi sürecini şöyle değerlendiriyor: “47 yaşındayım ben. Bu kadar büyüdüğümü, başka bir zaman diliminde bu kadar olgunlaştığımı, bu kadar sabırlı olduğumu hatırlamıyorum. Ben normal hayatımda çok konforlu bir alanda yaşarım. 16 gün sonra burada şunu fark ettim, bir çekyatın yarısında yatıyorum ben. Sonra fark ettim ki aslında bunun hiçbir önemi yokmuş, sadece konfor alanları insanları zayıflatan bir şeymiş”. İşte bahsettiğimiz travma sonrası büyüme tam olarak böyle bir şeydir. İnsana yeni bir kimlik, yeni bir inanç ve yeni bir anlam verir. Bu büyük afet sonrasında birçok insanın değişimine ve dönüşümüne şahit oluyoruz. Sadece o kaybı yaşayanlar değil o kayba şahit olanlar da lüks arabaların, dairelerin, teknolojik aletlerin ve temelde paranın hiçbir anlam ifade etmediğini, hepsinin saniyeler içerinde yok olduğunu ve aslolan şeyin onurluca, sağlıklı bir biçimde yaşamak olduğunu beraberce yeniden fark ettik.
Şunu yeniden hatırlatalım: İnsana biçim veren, büyüten ve olgunlaştıran şey yıllar değil acılardır, tuttuğu yaslardır. Acıyla sahici bir şekilde, savunmasızca karşılan insan dünyadaki gerçek gücünü, kontrol alanını ve kendisine destek olacak kaynakları fark eder ve bir değişim, gelişim yaşamaya başlar. İnsan, acıların ustalıkla ve ince işçilikle işlediği ruhuna sarılır, canı yanar, ağlar, karşı gelir, küser, suçlar ama nihayetinde büyür. Çıkan ilk rüzgâra değil fırtınalara ayak diremeye başlar, yere düşüp dizleri parçalandığında kalkıp kıyafetinden bir parçayı yırtar, yarayı sarar ve üzerindeki tozu silkeleyerek devam eder. Nihayetinde tuttuğumuz yasların ve çektiğimiz acıların ustalık eserine dönüşmüş oluruz.
Psikiyatrist Elisabeth Kübler Ross şöyle der: “Tanıdığım en güzel insanlar yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi, kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş insanlardır. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar, onlar oluşurlar.” Fakat iyileşmek ve büyümek için kendimize biraz süre vermemiz gerekiyor. Olay henüz tazeyken iyileşmeden ve değişimden bahsetmek mümkün değildir, bu ihtimal kişiye çok uzak gelir. Travmanın iyileşmesinin zaman aldığını bilmek çok önemli, iyileşme yolunda ilerlerken başa sarmalar, duvara çarpıp yere düşmeler çok sık yaşanır. Burada pes etmemek ve yalnız kalmamak gerekiyor. Dancada Gennemleve diye bir kelime var; bir şeyi sonuçlandırana kadar yaşamak, sürecin (acının) farkında olmak, temas etmek ve nihayetinde o acıyla uzlaşmak anlamına gelir.
Dünya ile acı çekerek uzlaşacağız ve nihayetinde de bir şekilde büyüyeceğiz. Fakat bazen işler umduğumuz gibi gitmeyebilir, tüm bu yazdıklarım senin için hiçbir şey ifade etmemiş, hatta öfkelendirmiş bile olabilir. Bunun için üzgünüm. Yaşadıkların için üzgünüm ve emin ol acına tanıklık ederken, acı çeken insanları izlerken kalbim ve ruhum sızlıyor çünkü insanın en yakınlarını kaybetmesinin ne demek olduğunu ne yazık ki iyi bilirim. Belki işler umduğun gibi gitmeyecek, yaraların çok geç kabuk bağlayacak ya da acın hep taze kalacak, bilmiyorum. Bildiğim ve bilmeni istediğim tek şey şu: Ben buradayım ve sen o acılarınla yalnız başına kalmak zorunda değilsin. Demli bir çay içeriz, beraber ağlarız, boşluğa uzun uzun bakarız, dertleşiriz, türkü söyleriz ve bir şekilde o geceyi gündüze, gündüzü de geceye bağlarız.
Nasıldı o türkü: Buna dünya derler hepisi geçer / Hangi günü gördün akşam olmamış.
Bir de şu var bitsin niyetiyle: https://www.youtube.com/watch?
Kalbini kullanıyor musun?