Rüyaların sonuna ulaştım;
Şimdi uyuyanlar arasında ne yapacağım?
Tüm kurgu bir akış üzerinedir, devam eden, durmayan, bazen şiddetlenen, bazen yavaşlayan ama hep ilerleyen bir akış. Durdurmanın, geri döndürmenin ve yok etmenin mümkün olmadığı bir akış. “Hayat devam ediyor” deriz en çaresiz anlarımızda çünkü en eski öğretidir bu ve bugüne kadar hep devam etmiştir hayat, durduğu görülmemiştir. Birisi için sonlansa bile diğerleri için hep devam etmiştir, edecektir. Ama nasıl? İşte hepimizin sırtındaki o kambur soru. Hayat devam ediyor deyip yaşamak ağrısından iki büklüm olmuş sırtımızı okşarlar ama nasıl devam edeceğimizi söylemezler. Oysa mevzunun en keskin yanı budur. Hayat devam edecek, saatler, günler akıp gidecek ve biz tüm bu acılarla, kamburumuzla akış içerisinde nasıl ve neden kalacağız?
Bu soruya verilecek milyon tane beylik yanıt sıralayabiliriz. Ve herkesin kendi cevabı tüm cevapların en haklısıdır (dünya, en çok da bu haklılık yüzden tahammül edilmesi zor bir yer değil midir zaten?). Burada dikkat etmemiz gereken iki husus mevcut. İlki, cevaptan ziyade sorunun kendisini anlamak ve kabul etmektir. Sorulan soruyu yargılamadan, ayıplamadan, dudak bükmeden dinlemek, sorunun içeriğini değilse bile kendisini kabul etmek, atılacak en kıymetli adımdır.
Soruyu kabul etmek, soru sahibinin varlığını, kimliğini, acılarını, düşüncelerini ve geçmişini kabul etmektir. Kısacası anlamaktır. İnsanın sırtındaki o kambur ise anlaşılmamaktan yapılmıştır. Dolayısıyla insanın sadece sorularını dinlemek, anlamak için gözlerinin içine bakmak bile kişiyi rahatlatır, omuzlarındaki yükü bir nebzede olsa azaltır çünkü sorduğu soru ayıplanmamış, taşlanmamış ve kabul görmüştür. Bu, acıdan kaskatı kesilmiş, iki büklüm olmuş insanın günümüzde pek de karşılaşmadığı bir tutumdur çünkü daha sorumuzu sormadan, derdimizi bile anlatamadan halimize şükretmemiz, böyle şeyler düşünmememiz, başkalarının daha eğri kamburlarına bakmamız gerektiği öğütleniyor. Anlaşılmamak tam olarak burada başlıyor ve insanın dünya ağrısı bir kez daha katlanıyor.
Dikkat etmemiz gereken ikinci husus ise her ne koşulda olursa olsun soru sahibine yanında olduğumuzu hissettirmektir. “Sorduğun soruyu duyuyorum, anlıyorum ve senin yanındayım” mesajını verebilmek ona yapabileceğimiz en büyük iyiliktir. Bir insana yanında olduğumuzu hissettirmek için ona bir şeyler söylememiz gerekmez her zaman. Sadece susarak, gözlerinin içine bakarak, başımızı hafifçe öne eğerek ve aynı boşluğu beraber izleyerek de yanında olduğumuzu hissettirebiliriz insanlara. Eğer becerebiliyorsak ve takatimiz kaldıysa: “Her ne koşulda olursa olsun, her ne yapmış olursan ol ve başımıza her ne gelirse gelsin senin yanındayım” diyebilmek karşımızdaki dünya yorgununa verilebilecek en büyük hediyedir. İnsan ancak böyle doğrulur ve böyle yol bulur. İyi ya da kötü bir yol…
Akış içerisinde kalmaya çalışan insanın en büyük açmazı umuttur. Yaşamanın o silinmez lekesini üzerinde taşıyan insandan beklenen şey geleceğe yönelik bir umut taşıması, hayal kurması, kendisini zamanın ötesinde düşlemesidir. Oysa yaşamak kamburuyla orta yerde kalmış ve nereye gideceğini bilmeyen insanın hissettiği en keskin duygu, bugüne ve yarına dair duyumsadığı sarsıcı umutsuzluktur. Bahsettiğim umutsuzluk; iş kaygısı, ayrılık, kötü bir akademik yaşam, maddi imkansızlıkların sebep olduğu hayatımızın bir döneminde hepimizin hissettiği o alışılmış sebeplerden kaynaklanmaz. Burada kişiyi umutsuzluğa sevk eden şey kendisidir, kendi olma halidir. Başına gelenlere ya da gelecek olanlara değil de bunları kendisi olarak karşılamaya tahammül edemez kişi. Hiç olamamanın, kendinden kurtulamamanın acısını çeker ve umutsuzluğu katlanır.
Bazen inanç, umutsuzluk içerisindeki insanı kurtarmaz ve hatta daha derin bir umutsuzluğa sürükleyebilir. Kierkegaard: “Umutsuzluğun eziyeti ölememektir.”1 der. Umutsuzun kendisinden kurtulmanın tek yolu olarak gördüğü ölüm ise aslında inançlı bir umutsuz için çıkar yol değildir çünkü umutsuz bilir ki öldükten sonra bir hayat daha vardır ve bu hayatı yine kendi gözleriyle, kendi kalbiyle yaşamak, yani kendiliğiyle yeniden var olmak zorundadır. Bu farkındalık umutsuz için yaşadığı eziyeti arttırır. Yaşadıklarından ve kendisine yaşatılanlardan ölse bile kurtulamayacağını, çünkü kendiliğinin yok olmayacağını anlayınca kamburu biraz daha bükülür.
Umutsuzluk bazen, var olmayı bir dayatma olarak görmeye sebep olur. İstemsiz bir biçimde oluşan benliği ve bedeni, umutsuz için taşınması ve tahammül edilmesi zor bir yüke, maruziyete dönüşmüşken bir yandan da kişiden normlara uygun yaşamasını, konuşmasını, akıllı, uslu olmasını, mutlu olup her şeyden memnun görünmesini kısacası bir performans göstermesini bekler dünya. Kendi rızası dışında yaşamanın ve akışın içine bırakılan insanın suda boğulmamak için bir çaba göstermesi gerekir fakat umutsuzluğa kapılan kişi bu çabanın niye’sini anlayamaz ve anlayamadığı için de hakim söylem karşısında bir kusur daha işleyip kapı dışarı edilir. Keşke bu kapı dışarı ediliş her şeyin sonu olsaydı diye düşünür umutsuz ama kurtuluşun bu kadar kolay olmayacağını da zamanla yani hayatıyla öğrenmiştir.
Cioran: “Yok olmak ya da yaşayıp gitmek konusunda her türlü şanstan yoksun olan şeylere eğilimim var”2 derken sanırım bu umutsuzluk halinden bahsediyor. Ne yok olabiliyoruz ne de var ve bir şekilde gidip her seferinde bize benzeyen hikâyelerin bir parçası olup, kendi içimize benzeyen manzaraları izliyoruz. Yok olmanın o namevcut hali, var olmanın bezdiriciliği ve insanın o büyük çaresizliği. Ve sonuç daha derin bir umutsuzluk elbette ki.
Yaşamanın ve mutlu olmanın ihtimali ne kadar yüksekse, düşüş de o kadar şiddetli, hüzünlü ve derine olur. İnsanın en büyük mahareti, hayatın belli dönemlerinde aniden düşmesidir ve bu düşüş hep kendimizi en güvende hissettiğimiz yerlerde, en sevdiklerimizin marifetiyle gerçekleşir. Kişi güvende hissettiği ortamlarda süngüsünü indirir, kendisini koruma ihtiyacı hissetmez ve benliğine yöneltilecek her türlü saldırıya açık hale gelir. İşte bu yüzden sevdiklerimizin bizi incitmesi, en güvendiğimiz yerde vurulmamız üzerimizde travmatik bir etki bırakır. “Herkes bana bunu yapardı ama ondan beklemezdim” deriz elimizin tersiyle gözyaşlarımızı silerek. Evet, bunu ondan beklemeyiz ve bunu senden beklemezdim.
İnsan düşer. Düştüğümüz yerde ya her şey biter ya da kırgınlıkların, paramparça olmuş bedenin ve öfkenle bir müddet acı çekmeye, sonrasında ise iyileşmeye çalışırsın. Her zaman istediğimiz yerde olamayız, bazen çok sevdiğin o çiçekli yolun ötesine atılırsın ve yeni bir yol, yeni bir ruh ve hayat inşa etmeye çalışırsın. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Hiçbir şeyin olmayacağı zorlu bir kışa hazırla kendini. Her ağladığımızda bizi teskin eden annemiz gibi değildir dünya. Her istediğimizi vermez, bizi sakinleştirmez hatta bazen umursamaz bile. Büyümek ve yetişkin olmak bunu bilmek, kabul etmek, rıza göstermektir.
Wong Kar Wai’nin 2046 isimli filminde geçer: “Ben de mutlu sonla biten hikayeleri severim. Ama nasıl yazacağımı bilmiyorum. Birkaç yıl önce yakaladığım bir mutlu son vardı. Ama kayıp gitmesine izin verdim.” Gölgeyi savunmak ve onu anlatmak güneşin gözümü acıtmasından değil, sadece içimdeki karanlığı kabul edebilmeme ve insan olarak, doğruları ve yanlışları ile insan olarak, bir bütün olarak kalabilme telaşımdan kaynaklanıyor. Çünkü insan yok saydığının, göstermediğinin, gizlediğinin taarruzuna uğrar bir süre sonra, sakladığının esiri olur ve hastalanır. Hastalanmamak için gölgeyi yazıyorum.
Ölümün anlamı ve gerekliliği üzerine ciddi olarak düşündüğüm ilk dönem ablamın öldüğü zamanlardı. Her şey çok zordu. Her şey hep çok zordu. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Ölüm, sadece fiziksel bir sonlanış ya da kayboluş değil, bir hissiyat gibi. İnsan birçok kere ölür hayatında ya da öldürülür tekrar ve tekrar.
Yaşayacağın mutlu günlerin hiçbirinde yanında ben olmayacağım. Bu ölmek değilse nedir söyle?
Söyle, başka ne diyeyim?
Tüm gücüyle var olmaya çalışıp bir akşam üstü aniden yorulanlara: https://www.youtube.com/watch?v=PflAHZDtNsg&ab_channel=SungDenz
Dipnotlar
1) Kierkegaard, S. (2020). Ölüme Götüren Hastalık. İstanbul: Alfa Kitap.
2) Cioran, E. M. (2020). Varolma Eğilimi. İstanbul: Metis Yayınları.
Fotoğraf
Fred Lyon, Lunch Embarcadero in Fog, San Francisco, 1948.
hocam sahalara döndünüz böyle devam lütfen
Benim de ablam manevi anlamda öldü yakın zamanda. Hatta babam da aynı şekilde. Ama bende sırası farklı. Ne çok ortak yanımız var. Ama bu benim yaşamayı daha çok istememe sebep oldu. Bende şokun etkisini yitirdiği şok etkisi yaptı belki de. Çünkü öncesinde ben ölümü düşünüyordum. Ablam düşüncesizdir ama bu kadarını yapabileceğini tahmin edemezdim. Böyle harcamasına gerek yoktu kendini. Artık hangi falcıda gördü de bir acı akıbeti kolları sıvadı bilmiyorum. Ama bakın ben de şunu çok iyi anlıyorum birini sevmek onu yalnız bırakmamaktır, onu birçok anlamda sarıp sarmalamaktır. Beni o kadar yalnız bıraktılar ki!