giydim çaruklarimi da
gel bağla bağlaruni
terk ettim gidiyorum
şu hemşin dağlaruni
Artvin Türküsü
Tek el silah sesi. Sokaktan kalma bir alışkanlık, ıslık ve silah sesinin geldiği yöne doğru yürümek. Osmanbey’de duyduğum ilk silah sesiydi bu. Yurtseven abiye çayların parasını ödemeden aceleyle kalktım. ‘Gözlükçünün orada adam vurulmuş’ dediler. İki dakika içerisinde oradaydım. Yerde bir adam, hafiften iri kıyım, başından vurulmuş. Kıyafetleri eski, sağ kundurasının altı delik. O an, adamın vurulmasından çok, ayakkabısının delik oluşuna ve garibanlığına üzülmüştüm. Acaba kimdi ve ne zorluklar çekmişti?
Akşam televizyondan öğrendim. Öldürülen kişi gazeteci Hrant Dink’miş. Türkiye uzunca bir süre Hrant Dink’e ve altı delik ayakkabısına yas tuttu. Ölen yine öldüğüyle kaldı.
Ayakkabı: ‘‘İnsanoğlunu ilk defa topraktan ayıran bez/deri parçası’’. Dost başa düşman ayağa bakar diye bir atasözümüz var, düşmanının kuvvetini yani sosyo-ekonomik durumunu ayakkabısından anlayıp ona göre hareket edersin. Ayakkabı insanın karakteri ve yaşayışıyla alakalı da bilgi verir aynı zamanda. Daha ilkokulda başlar ayakkabının önemi, tek tip okul forması giyen çocukları diğerlerinden ayıran şey ayakkabılarıdır çünkü. Çocukların zihnindeki ilk sınıfsal ayrım nesnesi…
Bugün de bu sınıfsal ayrımın ayakkabılar üzerinden devam ettiğini söyleyebiliriz. Zamanında; kara lastik, cızlavut, soğuk kuyu ya da Ankara lastiği denilen ayakkabılara sahip olmak bile lüks bir durumken, iskarpinleriyle, esem sporlarıyla arz-ı endam eden bir zümre hep olmuş. Şimdi de değişen pek bir şey yok, bir aylık asgari ücrete denk gelen, üzerine para verilse giyilmeyecek renkte ve modelde olan ayakkabılar moda adı altında tüketilmekte, birileri de hep izlemekte.
Günümüzde ayakkabı denildiğinde akla kadınlar gelse de, ayakkabı babayla özdeşleşmiş bir nesnedir. Bayramlar, düğünler, mevsimler geçer, kapı önündeki ayakkabılar değişir. Babalarınki hariç. Hanımı komşulara mahcup olmasın, kızı üniversitede arkadaşlarından geri kalmasın, oğlu milletin malına içli içli bakmasın diye, baba hep eski ayakkabı giyer, bir gün bile şikâyet etmez. Allah o çelik yürekli adamlardan razı olsun. Hem ne diyordu Sunay Akın: ‘’Yaşanmışlık, gidilen yollar, iyisiyle kötüsüyle sürülen bir hayatın izleri ayakkabının üstünden çok altındadır.’’
Geçtiğimiz Ocak ayı, işten dönüyorum, fena halde yorgunum. Kapımızın önünde babamın ayakkabılarına takıldı gözüm, tam manasıyla içim parçalandı, paramparça oldu. O ayakkabıların fotoğrafını çektim, çıktısını alıp ofisimdeki duvara astım, kimin oğlu olduğumu ve nereden geldiğimi bir an bile unutmayayım diye. Sonrasında sözleşmiştik, ona yeni bir ayakkabı alacaktık ama nasip olmadı, bu dünyadan göçtü. Sözüm söz ama baba, inşallah o tarafta…
Ayakkabı ve Türkiye
Ahmet Hamdi Tanpınar, ‘Modern Türk Edebiyatı bir medeniyet krizi ile başladı’ demiştir. Bu medeniyet krizi de Tanzimat’tan sonra ilk olarak kendini kılık ve kıyafette göstermiş, haliyle bu değişim birçok esere de konu olmuştur. Ahmet Mithat Efendi’nin Müşahedat’ı, Recâizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası, Ömer Seyfettin’in Yüksek Ökçeler’i, Yakup Kadri’nin Vatan Yolunda’sı ve aklıma gelmeyen onlarca eserde ayakkabı, sosyal ve ekonomik bir çerçevede işlenmiştir.
Ayakkabı ve fakirlik arasında kurulan münasebete Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’ndan bir alıntıyla örnek verelim: ‘’Zavallıların kıyafetleri öyle sefil ve perişandı ki, hemen hiçbirinde çorap, potin yoktu. Başları, eski püskü bez parçalarıyla sımsıkı kundaklanmış, çıplak ayaklarındaki nalınları şıkırdata şıkırdata dershanenin kapısına kadar geliyorlar, orada nalınlarını çıkararak yan yana diziyorlardı.’’(sayfa 153).
Bir de Reşat Ekrem Koçu’nun ‘Çocuk Hırsızı’ adlı güzel bir hikâyesi var. Şehit çocuklarının bulunduğu yetimhanede çocuklar, yazın yalınayak yahut takunya ile gezer; kışın el örgüsü yün çorap giyerler. Kundura onlar için mektepte giyilen bir süs eşyasıdır çünkü (Çocuklar, Hatıralar, Hikâyeler, 1938).
Roman ve hikâyelerin yanı sıra çocuk masallarında da ayakkabı bahsi işlenir. Ayakkabı çeşitleri ile sosyal statü ve ekonomik güç doğru orantılıdır. Hükümdar kızları altın, yakut, sırma işlemeli ayakkabılar giyerken, ekonomik gücü zayıf olanlar, askerler ya da sevdiklerini aramaya gidenler eski ayakkabılar, demir çarıklar giyerler.
Ayakkabının bizde bıraktığı yara çok eskilere dayanır. Çanakkale Harbi’nde ayaklarına çuval bağlayıp savaşan askerlerin kahramanlığı ve İngilizlerin cephe gerisine attığı dört bir yanı zehirli çengellerden oluşan insanlık dışı savaş aletlerini unutmak mümkün değil. İngilizlerin uçakla on binlercesini attığı bu zehirli çengellere basan askerlerin ayakları kangren olmakta ve askerimizin hayatta kalabilmesi için o bacağın testereyle kesilmesi gerekmekteydi. Bu vahim olay neticesinde Çanakkale’de binlerce kişilik tek bacaklı bir Türk ordusu oluştuğu söylenir. İngilizlerin bu şeytani aletinin fotoğrafını, askerimizin çarığına saplanmış bir şekilde internette kolaylıkla görebilirsiniz.
Devam edelim. Türk Kurtuluş Savaşı, Türk milletinin, dokuz yüz yıldan beri kendine yurt bildiği toprakları Batı emperyalizmine karşı topyekün olarak koruduğu bir savaştı. 10 yıldan beri aralıksız çarpıştığı Sina’da, Arabistan’da, Yemen’de, Irak’ta, İran’da, Azerbaycan’da, Galiçya’da, Çanakkale’de ve daha birçok cephede bir milyondan fazla şehit vermiş, maddi ve manevi gücü azalmış bir halkın ölüm kalım savaşıydı bu. Elde kalan 40-45.000 askere karşılık Misâk-ı Milli sınırları içinde 200.000 kişilik tam teçhizatlı düşman askeri bulunmaktaydı.
1920 yılında sayısal bakımdan düşmana göre zayıf durumda olan ordumuz donanım, silah ve mühimmat bakımından da çok yetersizdi. Bu yetersizliği çözmek için TBMM’de gizli oturumlar düzenleniyordu. 21 Ekim 1920’de yapılan gizli oturumda Cebelibereket Milletvekili İhsan Bey şunları söylüyordu: ‘’Bütün teşkilâtı askeriyemiz dahilinde bulunan efradı askeriyenin ‘çıplağız, elbisemiz yoktur’ diye yaptıkları feryad, ait olduğu dairelerin koridorlarından bizim kulağımıza kadar aksetmiştir. Müdafaai Milliye Vekâleti yalnız garp ordusunu giyindirmeye teşebbüs etmiş, onu da başaramamıştır. Mesela rakam olarak arzediyorum: Garp ordusunda yedide bir oranında kaput var; o da merkezde, yani Eskişehir’dedir. Diğer mahallâtta askere beylik ve battaniye namına hiçbir şey verilmemiştir.’’
Askerin bu vahim durumunu düzeltmek için yine Anadolu halkına sığınılmış. 7-8 Ağustos 1921 günlerinde çıkarılan Tekalif-i Milliye Emirlerince her kazada bulunan hane adedince birer takım çamaşırın, birer çift çarık ve çorabın 10 Eylül 1921 tarihine kadar yetkililere teslim edilmesi istenmiştir. Savaşın vurduğu, maddi ve manevi anlamda büyük yaralar almış halktan yeni bir fedakarlık istendi, o yüce millet, dini ve namusu için canını dişine takıp gereni yaptı. Netice itibariyle Tekalif-i Milliye Emirlerinden sonra 334.934 çarık ve 363.285 çorap askere teslim edildi ve vatanın kurtuluşu için çok önemli bir adım atıldı.
Eskiden olduğu gibi bugün de ‘zenginimiz bedel verir / askerimiz fakirdendir’. Şehit babalarının ayakkabılarını gösteren haber bültenlerini hatırlayın, evladının ardından ‘vatan sağ olsun’ deyip içine ağlayan babaları, Soma’daki maden faciasından yaralı kurtulan madencinin sedyeyi kirletmemek için ayakkabılarını çıkartmayı teklif etmesini bir gün bile unutmayın.
Kavgalarla, savaşlarla, gözyaşlarıyla büyüyen bir millettir Türkiye. Acının her türlüsünü tatmış, yoksulluğun her çeşidini iliklerinde hissetmiştir. Tarihimiz boyunca yaşadığımız imkânsızlıklar, önce kaynayan kazanımıza sonra da kılık kıyafetimize yansımış. Ayakkabısızlık ya da ayakkabının eskiliği Milli Mücadele’den beri toplumun zihnine yoksulluk olarak kodlanmıştır. Nesiller boyu taşınan hatta şu an bile yaşadığımız bu acı vaziyet bizi ayakkabı nesnesine karşı hassas kılmaktadır.
Ölçümüz şu: Mert dayanır, namert kaçar. Biz bu topraklarda yıllardır türlü zorluklara dayandık, kimimiz az, kimimiz çok. Bırakıp gitmedik, yokluğa, yoksulluğa küfretmedik. Allah ömür verirse biz buradayız, kıyamete kadar çocuklarımız da burada olacak. Gerekirse yokluk, yoksulluk çekeceğiz ama nerede bir garip görsek, onun yırtık çarığına ağlayan vicdanımızı asla yitirmeyeceğiz.