Yaşamanın değil de yaşayacak olmanın tedirginliği bu. Zamanın durmasını istediğim günlerde zamanın yok oluşuna şahitlik. Aynanın yalanladığı yüzüm, alnımda belirginleşen çizgiler, bazı hatıralara sımsıkı sarılan zihnim ve baba mirası keder. O en güzel pozu veremedik hâlâ dünyada. Tam her şeyi düzeltmişken bir şeyler oldu ve genelde bir şeyler olur tam her şeyi düzeltmişken. En güzel ve en yakışıklı zamanlarımızda bizi bulan, vuran, savuran bir şeyler. Bize en yakışan gömleği giyip yakamızı, saçımızı düzeltip tam o fotoğraf karesine girecekken bir şeyler oldu. Oysa ilk kez heveslenmiştik ve: “Tamam ulan, bu sefer sahiden de olacak herhalde” diye düşünürken, düşkünlüklerimizden vurulduk yeniden.
Ve yeniden dönüp bakıyoruz umut bağladığımız kapılara. Tüm bunlar olurken izleyecek misin? Oysa kapıları yüzümüze kapayan, üstümüze kilitler vuran, adımızı dünyadan kazıyan da sendin değil mi? Sendin bizi dünyaya inandıran ve tebessümünle kandıran. İnsan, inanmanın ve yanılmanın talihsiz ustası. En çok da umut bağladıklarına…
Bağlanmak, sabit kalmak, sıkışmak ve düğüm. Bir zaman sonra bu bağlılıklar işlevsiz hale getiriyor bizi, bağlı bulunduğumuz şey dışında bir şey düşünemiyor ve yapamıyoruz. Tüm dünyanın o bağdan ibaret olduğunu zannedip dünyamızın sınırlarını da buna göre belirliyoruz. Oysa dünya bir savruluştur, sürekli hareket gerektirir, ilerleme, devam etme, yeni sınırlar belirleme. Ama bazı düğümler bizi hareketsizleştirir, köreltir, özümüzü kıymetsizleştirir. Bu düğümlerin ortak noktası genellikle bize karşı umursamaz oluşlarıdır. Tüm gücünle ve inancınla sarıldığın o bağ ilk zorlukta senden kopup gidecektir.
Ve kopup gitti. Dünya, biraz da şu değil mi: İlk zorlukta kopup gidenlerin ardından bakmalar ülkesi.
Peki o bağ koptuktan sonra insan ne yapıyor ya da öncelikle sorulması gereken soru şu: O bağ sahiden de kopuyor mu? Cevabım hem evet hem hayır. O bağ fiziksel olarak kopuyor fakat ruhsal yatırımımız, benliğimizin, ruhumuzun, hatta bedenimizin bir parçası orada kalıyor ve dünya dönmeye devam ediyor. Bize ait büyük bir parçayı onda bırakıyoruz, onda hissediyoruz ve onda yaşıyoruz. Bu eksiklik hissiyatı özlemle beraber giderek daha da tahammül edilemez bir hâl alıyor ve özlüyoruz, çok özlüyoruz, kendimizin nadide parçasını ve O’nu. Fakat bir zaman sonra özlemek de yoruluyor, değişiyor ve bu eksiklik bizim bir parçamız haline gelip bizi bambaşka bir insana dönüştürüyor. Ayrılıklar, kaybedişler ve uzaklıklar insana biçim veren büyük ustalardır. İnsan ancak yitirdikçe, eksildikçe büyür ve gelişir. Olgunlaşmak ve yaşamın anlamını öğrenebilmek için bazen büyük kayıplar yaşamanız gerekir. Öğrenmenin bedeli yitirmektir. Bu yitirişlerin ardından derin ve ince bir sızı kalır, zaman zaman o sızı çok ağrır, işte bu da insan olmanın diğer adıdır.
Gelelim diğer soruya: O bağ koptuktan sonra insan ne yapar? Önce büyük bir şaşkınlık ve olup biteni idrak edememe hali. Kendimizi uzunca bir süre bu kayba ikna etmeye çalışırız. “Tüm bu olanlar benim başıma mı geldi yani?” diyerek şaşkınca etrafı izleriz. Sonra bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler.
O’nu değil de zamanın geçmesini bekler insan. Günlerin hızlıca akmasını, mevsimlerin çabucak geçmesini ve içindeki bu bitimsiz yangının bir an önce sönmesini. Ama bazı bağlar çok derin, içten ve köklere doğru inşa edilir, dolayısıyla bu bağların kopuşu daha şiddetli ve sarsıcı olur. Çünkü o bağ senin dünya ile kurduğun en kıymetli ve yeterli bağdır. Sadece dünya ile değil aynı zamanda gelecekle ve hatta dünya sonrasında da yaşatmak isteyeceğin bir bağdır. Bazen O’nu kaybetmek dünyayı ve ölümü kaybetmektir.
Büyük kayıplardan sonra derin bir boşluk doğar ve ardından bitimsiz bir hüzün. İşlere odaklanmak, kitap okumak, yemek yemek, uyumak, dışarı çıkmak, çalışmak büyük bir zorluğa ve yüke dönüşür. Artık hiçbir şeyden eskisi gibi tat almazsınız ve çevreniz sürekli olarak size ne olduğunu sorup durur. Bazen insan başına gelen belayı bile anlatacak gücü bulamaz kendinde, kalbinin en kuytu köşesinde altına hasır bir iskemle çekip susar çaresizce. Dünya dediğimiz o kocaman sözcük korkutmaz sevdiğinden ayrılanı ama sessizleştirir ve derinleştirir, her geçen gün daha derine ve derine.
Johann Hari: “Depresyonun da bir tür yas olduğunu fark ettim -ihtiyaç duyduğumuz ama sahip olamadığımız tüm o bağlar için tutulan bir yas.” olduğunu söylüyor. Hayatla, dünyayla, manevi olanla, kısacası ötekiyle kurduğumuz her ilişki bizi psikolojik olarak daha dayanıklı kılıyor, yaşadıklarımızla baş edebilmemizi kolaylaştırıyor. Bu bağlar ne kadar sık, kuvvetli ve gerçekçi ise yaşamın zorluklarına karşı elimiz ve kalbimiz güçleniyor. Ama bu bağların yok olduğu, zayıfladığı zamanlarda ise kişi kendini değersiz, yetersiz ve zayıf hissediyor. Bu olumsuz hislerin ardından doğan şey ise genellikle depresyon oluyor. Yaşamla ve insanla bağını kopartanların değişmez yazgısı, depresyon.
Şunu unutmamak gerekir ki insan sadece cinsel bir çekim ya da bir zorunluluk için ötekiyle romantik bir bağ kurmaz. Bazen bu kaotik ve yabancısı olduğumuz alemde beraber yol yürümek, kırlara çıkmak, Teoman dinlemek, J’adore’de çikolatalı pasta yemek ve dostça el ele dünyadan geçmek için bağ kurar insan. O bağın kopması bir dostu kaybetmektir. Bir dostu kaybetmek, dünyayı kaybetmektir. Beraber kurduğunuz o dünyayı kaybetmek de geleceği yitirmektir.
İnsanı ayakta tutan şey yarının varlığıdır, hayalleri, umutlarıdır. Ve insana yapılabilecek en büyük kötülük ise yarına olan inancının elinden alınması, geleceğinin gözleri önünde yok olmasıdır. Kopan bağlar bizim gelecekle kurduğumuz ilişkiyi zedeler, tahrip eder. Ayrılıklar sonrasında kişinin bu kadar çaresiz ve umutsuz hissetmesinin en büyük nedenlerinden biri de budur işte. O gitmiş ve yaşanacak güzel günleri beraberinde götürmüştür. Sahi, beraberinde götürdüğün o güzel günleri ne yapacaksın şimdi?
Yaşamak şunu öğretti: İnsanın kalbi ne kadar büyükse, öteki ile ne kadar çok derin bağlar kurabilirse ve ne kadar çok sevebilirse, kırgınlıkları, acıları ve hayal kırıklıkları da o kadar büyük oluyor. O büyük kalp acıyı en derininde hissedip acının ardından afallayarak kendini iyileştirmeye çalışıyor.
Herkes gitse bile dünyanın sonuna kadar ben buradayım, buradasın. Ve bilirsin ki herkes gitmeleriyle meşhurdur, bak işte yeniden baş başayız. Ben yeniden yazıyorum, yorgunluklarımı yazıyorum, yarınsızlığı yazıyorum, kaybolan çılgın neşemizi, geç gelen farkındalığın acısını, pişmanlıklarımı yazıyorum, elimden başka da bir iş gelmez bunu en iyi sen biliyorsun. Orada kimse olmasa bile, orada olmasan bile kelimelerimle sana el uzatıyorum. Ve biliyorum, bazen bir şeyleri mahvetmenin en kestirme yolu tüm gücünle o şeye sarılmaktır.
İsmine sarılıyorum.