Onun sevgilim olduğunu hayatımız yıkıldıktan sonra fark ettim.
Selim İleri, Yarın Yapayalnız.
Sevgili Tanrım,
Yüzümü boydan boya parçalayan bu bıçak yarasını neden hep sana anlatmak ve göstermek istiyorum? Neden annesinin eteğine yapışıp ısrarla çeken bir çocuk gibi duruyorum eşiğinde. “Lütfen bana bak.” diyorum, avuçlarıma akan kanı ve yaralarımı sana uzatırken. Oysa biliyorum hep oradaydın sen, tüm bunlar olurken oradaydın, bakıyor ve görüyordun.
Herkes beni görüyor ve beraberce ölüyoruz.
Hangi günde olduğumuzu sıklıkla unutuyorum. Telefonun ekranına bakmak yerine insanlara soruyorum, dalga geçtiğimi düşünüyorlar. Hangi günde ve hangi zamanda olduğuma bir insan tarafından inandırılmaya ihtiyacım var sanırım. Zamanın bu kadar çabuk geçmesinden ziyade zihnimin bir zamana takılıp kalmasını anlayamıyorum. Şimdi ve burada egzersizleri işe yaramıyor, kendi başıma kaldığımda dikkatimi anda toplamakta zorlanıyorum. Düşüncenin karşı konulamaz taarruzuna uğruyor zihnim ve işgal ediliyorum. Geçmiş güzel günlerin ve mutlu anların taarruzu bazen nefesimi kesiyor, öylece durup göğe bakıyorum: Ben, buradayım.
Okumak ve özellikle de yazmak bazı günler çok zor oluyor. Masaya oturur oturmaz büyük bir bunaltı ve iç sıkıntısı. Ardından tehlikeli bir uzaklaşma isteği, bir bardak kahve, iç muhasebesi, derin bir nefes ve uzun bir gece yürüyüşü. Kendimle karşılaşmak istiyorum böyle zamanlarda, kendime bir şeyler söylemek, kendimi teskin etmek. İnsan en çok kendine ihtiyacı olduğunda uzaklaşır kendinden.
Yaşamak bazen tuhaf sorumluluklar yükler omuzlarınıza. Ölümlere, kayıplara, acılara ve yaslara rağmen kalkıp hiçbir şey yokmuş gibi hayata devam etmenizi bekler insanlar sizden. Ve bazen bu beklentiye uyar, acınızı yaşayamadan bastırıp hayata devam etmeye çalışırsınız. Hiçbir şey yokmuş gibi işe, okula gider; pastanelerde oturup tebessüm eder, “İyi misin?” sorusuna muhatap olmamak için hep iyiymiş gibi olmaya çalışırsınız. İyi olmanın, mutlu görünmenin, sürekli tebessüm etmenin bir başarı ve zorunluluk olmadığını; insanın üzülebileceğini, ağlayabileceğini, işe mutsuz gidebileceğini, öğle aralarında sigara içerken gözyaşlarını kazağının koluyla çaktırmadan silebileceğini öğrendiğimde kendimi daha güçlü ve daha tam hissetmiştim.
Duygularını yaşamaktan korkma. Her zaman iyi olamayız, iyi görünemeyiz, hayat beklediğimiz gibi gitmez, hayat zaten sıklıkla beklediğimiz gibi gitmez. Bu yüzden de kalbinde, ruhunda hissettiğin ne varsa onu öldürmeden, içinde gizlemeden yaşamaya çalış. Konu duygularınsa eğer insanların ne diyeceği, ne düşüneceği pek de önemli değil aslında. Hissettiğini yaşa ve anlat. Mutsuzluğunu gösterebilmek, üzgünüm diyebilmek ve hatta ağlayabilmek büyük bir cesaret ve meydan okumadır. Ancak cesur olanlar, kendi duygularından korkmayanlar hissettiklerini açıkça ifade edebilir, çevreden gelen tepkileri göğüsleyebilirler. Yaşayamadığın, anlatamadığın, bastırdığın her duygu bir gün şiddetli bir biçimde bedensel ya da ruhsal olarak yıkıcı bir biçimde geri döner.
İyi, sağlıklı ve doğru görünmek için bu kadar uğraşma ve kendinden uzaklaşma.Sürekli doğruyu yapmaya çalışmanın, titiz ve özenli yaşamanın, kendini bir şeylerden kaçırıp pürüzsüz bir benlik inşa etmenin aslında her şey demek olmadığını ve hayatın seni oradan sınayıp, oradan vuracağını yeni anladım.
Edouard Leve’in İntihar isimli kitabında şöyle diyor: “Bir yıkıntı, rastlantı sonucu oluşmuş estetik bir nesnedir. Kuşkusuz güzelleştirilmesi amaçlanmamıştır. Yıkıntı üretilmez, ona bakım yapılmaz. En güzel yanı çöküşe karşı ayakta kalan bölümüdür.”1 Bazı hayatlar böyledir. Hiç hesapta yokken, beklenmedik bir anda yıkıntıya dönüşür. İlk başta yıkıntının kendisi, bu olup bitene bir anlam vermeye çalışıp dağılan yerlerini toplamaya, bir araya getirmeye çalışır. Fakat bir zaman sonra fark eder ki kazandığı bu yeni form onun uzun süredir peşinde olduğu, aradığı ve nihayetinde bulduğu kendisidir. Zaten o, bir yıkıntı olmak ve bu yıkıntıyla dünyaya bir şeyler söylemek için yaratılmıştır. Beklenmedik ve ansızın geldiğini düşündüğümüz çöküş, aslında tam yerinde ve zamanında gelip bizi bulmuştur. Çöküşe karşı ayakta kalan bu yıkıntı biçimi kendine özgüdür, bir başkasına benzemez. Hiçbir yıkıntı bir ötekine benzemez. Çatının çöküşü, taşların düşüşü, kolonların yıkılışı, kumların dağılışı ve acının karşılanışı her yıkıntıda bambaşkadır.
Burada en mühim mesele bu enkazla ne yapacağımızdır. Saldırıya ve bozguna boyun eğip her şeyi bırakmak mı, yoksa sözle, yazıyla, eylemle bazen de eylemsizlikle bir karşılık vermek mi? Eğer bir karşılık verecekseniz (bana göre insana yakışan da budur) her türlü eleştiriyi, olumsuzluğu ve yok sayılmayı da göze almanız gerekir. Sağlam durun.
Bir yıkıntıdan; gelecek güzel günlere, mutlu yarınlara, şen kahkahalara ve içi boş umutlara dair bir şeyler duyamazsınız. Buna hazır olun. Anlatacağı tek şey gördüğü ve hissettiği gerçeklik olacaktır. Onu düzeltmeye, tedavi etmeye, ona patolojik bir etiket yapıştırmaya çalışmak bazen insanın ve doğanın dengesiyle oynamaktır.
Bırakın herkes de sizin gibi normal olmasın, birileri de kendi yıkıntısıyla, dağınıklılığıyla kalsın.
Şimdi uyan ve yeniden anlat bana o rüyayı. Kendini ve yolunu kaybettiğin, hiç bilmediğin o sokaklarda gelip seni nasıl kurtardığımı anlat bana. Tere bulanmış saçlarını çocuk gibi silerken alnından: “İyi ki tanımışım seni” deyip yeniden merhametle bak gözlerimin içindeki sana. Rüyaların tersi çıkarmış. Sahiden de iyi ki tanımış mısın beni? Rüyandaki sokaklarda seni kurtaran değil kaybeden oldum değil mi? Arada bir şeyler söyle, bir cevap ver. Hâlâ bu şehirde misin, bu ülkede misin onu bile bilmiyorum ki. Ama böyle olsun istemezdim. Tüm büyük cinayetler bu cümleyle sonlanır değil mi?
Psikanalist Andre Green bir röportajında şu çarpıcı cümleleri kuruyor: “Çok büyük yazarların önemli bir kısmının en temel kaygısı edebiyat değildir. Edebiyat, zihinsel uğraşlarının hakiki nesnesi olan ruhiçi gerçekliklerinden bir şeyler iletmeyi denemek için bir araçtır (başka araç bulamamışlardır).”2 Son zamanlarda zihnimi kurcalayan, tüm sıkkınlığıma rağmen beni masanın başına oturtan şey bu ruhiçi gerçeklik. Ortaya çıkartmam ve anlatmam gereken bir şeyler olduğunu düşünüp kaleme sarılıyorum. Dünyaya bir şeyleri iade etmek, “Yüzüme savurduğun ve beni yaraladığın o bıçağın üzerindeki kan bana ait ve bunun bedelini ödemelisin.” cümlesini kurmak, hem kendime hem de o bıçaktan korkan ötekilere cesaret vermek istiyorum.
Temel meselem büyüleyici cümleler kurmak değil, dünyanın saldırdığı insanlara arka çıkmak, yalnız olmadıklarını anlatmak. Çünkü biliyorum ki dünya, yönünü kaybetmiş, gideceği yeri unutmuş, sürüden ayrı düşmüş insanın gözünün yaşına bakmaz. Bulduğu ilk fırsatta diz çöktürür, yaşattığı üç-beş güzel anın bedelini koca bir ömür ile ödetir.
Kimsenin ya da bir yerin adamı olmamayı önemsiyorum. Kavgamı hep kendime güvenerek verdim. Herhangi bir grup, parti, dernek ya da cemaatin adamı olmadan bilek gücümle ve hür irademle yaşadım. E tabi böyle olunca katedeceğiniz mesafe çok olmuyor ve seneler geçtikçe artan tek şey borçlarınız oluyor. İyi ki de böyle oldu. Dünyaya ait kaybedecek bir şeylerimin olmamasını, eyvallahsız ve yalnız yaşamayı önemsiyorum. Etkili tanıdıklardan ziyade sağlam birkaç dostumun ve okurlarımın olması beni güvende hissettiriyor. Burada sizinleyim ve güvendeyim, güvendesiniz.
Sem’ani anlatıyor: Hicaz’da kör bir yaşlı adam sıcak güneşin altında oturmuş ceviz ve hurma yiyordu. Birisi ona, “Bu korkunç sıcakta çok ağır olan bu yiyecekleri niçin yiyorsun?” diye sordu. “Şey,” diye karşılık verdi adam, “kervanımı vurdular; korktuğum her şey başıma geldi. Artık güvendeyim.”
Bu aralar aklımı en çok kurcalayan soru şu: Kervanı vurulmuş bir adam yaşamaya nasıl ve ne için devam eder?
Kervanı vurulmuş bir adam her şeyin buharlaşıp gittiği o ana herkesten çok yakındır ve korkuya herkesten çok daha uzak. Korkacak bir şeyi kalmayınca korkulan ve sonu tahmin edilemeyen bir hikâyeye dönüşür insan. Sonuç her ne olursa olsun bir şey fark etmeyecek ve hiçbir şey değişmeyecektir. Kişi bu umursamazlık ve boş vermişlik ile her kapıyı gönül rahatlığıyla hiç tereddüt etmeden çalabilir, her sofraya pişman olmadan gönül rahatlığıyla kurulabilir. Ve sen de bilirsin ki sevgili okur, her sofraya oturmanın bedeli kıyamettir.
Kısıtlı ömrümde şunu öğrendim: İnsan sınırlarını genişlettikçe, büyüdükçe tehlikeye daha açık hale geliyor, büyümenin getirdiği sarhoşlukla gerçeğin ve doğrunun farkına varamıyor. Oysa basitlik ve sıradanlık kendi öz kaynaklarımıza yani içimize bakmayı, derinleşmeyi sağlıyor, o temel sorunun üzerine çok düşünerek kendinin ustası haline getiriyor kişiyi. Yanlış anlamayın, kendinin ustası hâline gelmek, kendinin ve dünyanın sırlarını keşfetmek anlamına gelmez. Kendinin ustası olan kişi görür ki insan, dünyanın hep acemisi ve bilmeyeni olarak kalacaktır. Ustalık aslında neyi bilmediğini, neyin âcizi olduğunu, neye asla kavuşamayacağını bilmektir. Bu soruların cevaplarını yavaş yavaş buluyor gibiyim. Ne zaman bulduğumu düşünsem şiddetli bir kayıp yaşarım hep. Ve evet, güneş görmeyen balkonumda büyüttüğüm o çiçekleri kaybettim. Üzgünüm.
Ölü bir kardeşin ismini taşımak gibi yaşamak. İnsanların seslendiği ve sende gördükleri sadece sen değilsin, bir başkasıdır. Ne diyordu Rimbaud: Ben, bir başkasıdır. Tam olarak bu: Sen bir başkasısın. Artık burada olmayan, burada olsan bile hep özlenen ve ölümü hatırlatan birisin. Ama unutma, özlenen aslında sen değilsin ve hiç olmayacaksın. İçten içe, kendilerine bile itiraf edemedikleri bir öfke duyacaklar sana; sanki ölen kardeşin yaşama hakkını, mutluluğunu, güzel günlerini sen çalmışsın gibi. Oysa senin tek suçun doğmuş olmak. Umarım bu suçu çok geç fark edersin.
Ben artık kalkayım. Kalkıp gitmeye isteksiz bir misafir gibi söylüyorum bunu, ikna edilmeye müsait, biraz daha oturup kalmaya, çene çalmaya gönüllü bir misafir gibi. Ama ev sahibi başını öte yana, pencereye çevirmiş, uzakta bir yerleri izliyor. Yüz çevirip bir yere uzun uzun bakmak, git demektir aslında.
Evimden gidiyorum.
Kalkıp nereye gideceğini bilemeyenlere: https://www.youtube.com/watch?v=w
Dipnotlar
1) Leve, E. (2019). İntihar. İstanbul: Sel Yayıncılık.
2) Green, A. (2020). Yazı ve Ölüm. İstanbul: Metis Yayınları.
Fotoğraf
Helga Paris, Marienburger Strasse, 1970.