Savaş Sokak’ta 2 odalı bir evde yola çıkma hazırlığı yapıyoruz. Perdeler sonuna kadar açık, akşam ezanı henüz dinmiş, evin içi buz gibi.
-İhlas Pazarlama’dan mı almıştın lan bunu?
Diye ayağıyla elektrik sobasını gösteriyor Sezgin. Üzerinde binlerce kez sigara yakılan, her yanışın izini üzerinde taşıyan ve varlığı küle bulanan sobadan uyanıyorum.
-Neye daldın olum yine?
İnsanın ve elektrikli ucuz bir sobanın birbirine bu kadar çok benzemesine diyemiyorum tabi. Sadece “bilmiyorum” diyorum, “bilmiyorum”.
-Başladı yine bunun “bilmiyorum” seansları. Kendine gel birader, kendine. Yolumuz uzun ve sana çok ihtiyacımız var.
Birilerinin bana ihtiyaç duyuyor olması ne kadar zor ve ağır bir yük benim için. Artık ben olmadan da işlerin yürüyebilmesini, günlerin geçmesini, trenlerin kaçmasını istiyorum ama dünya buna müsaade etmiyor. Her daim dikkatli, çalışkan, düzgün tıraşlı ve nazik olmamı bekliyor.
Oysa bu soğuk odada, dünyanın cehennemindeki bu giriş kat evde “nedir ulan tüm bu olanların hepsi” deyip ağız dolusu sövebilirim pekâlâ. Ama bir şeyler tutuyor içimdeki beni. Babamın yüzü geliyor böyle anlarda aklıma. Yüzünü doğru hatırlıyor muyum diye cüzdanımdaki kimliğini çıkartıp bakıyorum dikkatlice. Şükür ki doğru hatırlıyormuşum, unutmamışım yüzündeki tembih çizgilerini.
Gitmek zehri insanın kanına bir kez karışınca artık iflah olamıyorsun. Dünya üzerinde yapmak istediğin ve düşündüğün tek şey gitmek oluyor, sürekli gitmek.
Gitmeyi özlüyoruz çünkü insan dediğimiz mucizevi talihsizlik dünyaya atılmış, öz yurdundan koparılmıştır. Öz yurdundan koparılan insanın yapması gereken tek şey vardır, o da tası tarağı toplayıp ait olduğu yere dönmek, yani gitmek, terk etmek.
Yerimizi yitirdik ve biliyoruz ki bir daha buraya yerleşemeyeceğiz. Artık kalkalım diye gözümüzün içine bakıyorlar ve bize müsaade dediğimizde kimse kolumuzdan tutup: “Oturun ya hu, bu saatte yola çıkılmaz, bu gece burada kalın” demiyor, gizli bir sevinçle, bizimle yüz yüze gelmemek için çoraplarını izliyorlar.
Bizi yanlarında yörelerinde istemiyorlar çünkü hesapsızlığımız ve bu hesapsızlığın doğurduğu tahmin edilememezlik onları rahatsız ediyor. Biliyorlar ki sofraya oturduğumuzda; altın işlemeli yemek takımlarını, sahtekâr tevazu ve yardımseverliklerini, bizden gibi görünmeyi bir reklam malzemesi haline dönüştürdüklerini, acımıza ağlayıp taziye evinden çıktıktan sonra ardımızdan kahkahalarla güldüklerini bir çırpıda yüzlerine vuracağız, korkmayacağız. Korkmayacağız çünkü daha fazla neyi kaybedebiliriz ki? Hangi makamı, hangi parayı, hangi nişanı? İpek yüklü kervanımız yok efendi. İşçi, memur, yalın ayak adamların dımdızlak çocuklarıyız, ipek yüklü kervanımız yok. Haramiden korkumuz da.
Odada derin bir sessizlik. Terapide olsaydık “bu sessizliğin de bir anlamı var” derdim ama şu an buradayız. Sessizliği bozan tek şey üzerinde Kelkit Soğutma yazan kırmızı beyaz bir duvar saati.
-Peki şimdi nereye gideceğiz?
Turgut, fermuarı bozulmuş kadife montunun yakasını yukarı kaldırarak “aşkın peşinden gitmeliyiz” dedi.
Haklıydı. Bildiğimiz en iyi yol aşktı. Yaşıtlarımız sözlendi, evlendi, çocuk sahibi oldu, bayramda ailecek memlekete gitti ama bizim gündemimiz hiç değişmedi. Koca koca adamlar olduk hâlâ Taksim’de, Tophane’de, Laleli’de ellerimiz cebimizde, dilimizde kederli bir ıslık o eski günleri düşünüp iç geçiriyoruz. Ahmet Murat şiir yazsın, Kalben şarkı söylesin, Zeki Abi film çeksin de oturup hüzünlenelim diye fırsat kolluyoruz. Dünyaya baktıkça ve yaşadıkça aklımıza gelen şey hep aşk oldu. Evrenin aşktan ve aşk için yaratıldığına inandık hep ve nasibimizi aldık. Ama nasıl desem bir yaştan sonra insanlar bu duyguyu karşı tarafa yakıştıramıyor, karşı tarafı âşık ve yalnız olduğu için küçümsüyor gibi: “Saçı, başı ağarmış hâlâ şarkı, şiir yazıp aşk, meşk diyor. Anasına, babasına sabır versin Allah”.
-Doğru lan Turgut, aşkımızın peşinden gidelim. Bunca yıl istikrarlı bir biçimde aynı evde oturup aynı kadınları sevdik, elbette aşkımızın peşinden gidelim. Yaz akşamları Mahzuni’den, Hacı Taşan’dan, Çekiç Ali’den türküler söyleyelim. Bir türlü yayınlatamadığımız o şiirleri okuyalım yüksek sesle, Kader’i tekrar izleyelim ve bu aşkı içimize koyana sonsuz şükredelim. Şükredelim ki bize konuşturduğu dil dünya dili değil, aşkın dilidir.
“Haklısınız ama önce kavga etmemiz gerekmez mi?” diyor en gencimiz. Öksüz Apo 27 yaşında, Siirtli. Hacıhüsrev’deki toprak sahada tanışmıştık yıllar evvel. Daha doğrusu bir mahalle maçında o biçim benzetmiştik birbirimizi. Öksüz olduğunu öğrenince, annesi bu dünyada olmayan biriyle nasıl kavga ederim, canını nasıl yakarım diye uzun uzun ağladığımı hatırlıyorum. Sonrası uzun bir dostluk.
Hayatın lütufkâr ve merhametli davranmadığı kişilerde savaşmak ve mücadele etmek kişiliğin doğal bir parçası haline dönüşüyor. İnsan bu noktada dünyayı bir mücadele sahası olarak görmeye, yaşamış olmayı ise kendisine yönelik bir taarruz olarak değerlendirmeye başlıyor. Eğer mücadele etmezse, çalışmazsa, savaşmazsa, kavga etmezse arkasını toplayacak, elinden tutacak, kendisine soluk verecek kimsesi olmayacaktır. Zayıf düştüğü, tembellik ettiği, ertelediği zaman hayat kendisini ilk fırsatta yerle bir edecektir.
Bu duygu ile yaşamak insanı yıpratır fakat biliriz ki birileri de bu dünyaya yıpranmaya gelmiştir ve yine biliriz ki gerçek hayat bol makyajlı, çok yakışıklı psikoloji gurularının söylediği gibi “düşünceni değiştirirsen bunların hepsi değişir” basitliğiyle ilerlemez. Dışarıdaki hayat pop-psikolojiden, spot ışıklarıyla donatılmış sahnelerden ve yoga minderlerindeki özşevkatten daha gerçekçi ve serttir.
“Kaçak çay bana evimi hatırlatıyor” dedi İdris “yer sofrasında kardeşlerimle beraber yediğim çilek reçelini, babamın tesbih sesini, annemin pembe yazmasını, hiç kovulmamış ve sövülmemiş olmayı, dönecek ve çalacak bir kapımın oluşunu anımsatıyor”.
“Evimize gitmeliyiz” dedi İdris. “Evimizi bulmaya gitmeliyiz.”
Hayat bu. Yaşantımız bir anda değişebilir, sahip olduklarımızı saniyeler içerisinde kaybedebiliriz. Başarısızlıklar, hastalıklar, ayrılıklar, iflaslar hepsi bizim için. Önemli olan şey şu: Her şeyi kaybettiğimizde dönecek bir evimizin olması. Yeniden başlamak, yaralarımızı sarmak, toparlanmak için bir yuvaya, başlangıç noktasına ihtiyaç duyarız. Bahsettiğim ev ve yuva kavramı mekânsal bir yer olmayabilir. Sevdiğimiz bir insan, bir kitap, bir şiir ya da bir hayal olabilir. Yeter ki ona döndüğümüzde güç bulalım, bu zorlukların ve yorgunlukların ne ilk ne de son olduğunu anlayıp titreyen bacaklarımızla her şeye yeniden başlayalım.
Beni güçlü tutan şey hep bu oldu: Eve dönme fikri. Çünkü biliyorum ki düşüncelerim, bedenim, tepkilerim ve duygularım ait olduğum evden yapılmıştır, ait olduğum ev kimliğim olmuştur. Bu kimlikte oluşacak her hasarın tamiri, tedavisi ve şifası evimdedir. İnsan, ayakta kalmak ve bu dünyaya dayanmak istiyorsa önce evini bulmalı, gerisi elbet hallolacaktır.
Gün yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyor. Emin olduğumuz tek bir şey var, o da gitmek. Biraz sonra hepimiz yüzü ağarmış bu kanepelerden kalkıp nerede eksiksek, nereye çağırılmıyorsak oraya gideceğiz. İnsan zaten istenmediği yerde olmakla, çağırılmadığı yere gitmekle meşhur değil midir?
Odanın ortasına musalla gibi uzanmış mermer bir sehpa, üzerinde yarım kalmış bir kitap, sayfa 79, Ömür Hanımla Güz Konuşmaları, Şükrü Erbaş:
Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım.
Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden.
Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık
yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır
yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut
karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka
ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi
içine alan kocaman bir yanılsama… Değil mi yoksa?
Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim,
özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni
oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım
eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi
avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir
yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice
eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye,
varolmaya, ‘dar çevre yitikleri’nde önem kazanmaya…