Dünyada yaşadığımız hüsranların belki de en büyük sebebi kendimize çok fazla güvenmemiz ve kırılganlığımızı fark etmememizdir. Tüm dünyaya ve hatta evrene aklıyla hükmetmeye çalışan insan, geliştirmiş olduğu teknolojiyle birçok probleme, hastalığa çözüm bulmuş ve kendisini yavaş yavaş kainatın idarecisi haline getirmiştir. Bu kibirli tutum insan ruhunu ve zihnini yavaş yavaş ele geçirerek ona anlamsız bir özgüven vermiştir.
Oysa insan zannettiği kadar güçlü, sarsılmaz ve yenilmez değildir. Zayıflıklarımız, çaresizliklerimiz, kırılganlıklarımız vardır ve tüm bunlar aslında bizi insan kılandır. Dünyanın en zengini de olsanız vücudunuzu saran bir kanser hücresi sizi bu dünyadan genç yaşınızda ayırabilir çünkü dünya tam olarak böyle bir yerdir, bazı şeylere gücümüz yetmez. Burada atacağımız ilk adım kainat karşısında özgüvenimizi dengelemek, kör noktalarımızı kabul etmek ve gelip geçici olduğumuzu fark etmektir. İnsan ancak bu farkındalığa eriştikten sonra daha dingin ve anlamlı bir hayat yaşamaya başlayabiliyor.
Terapi odasında danışanların kendilerine sık sık şu soruyu sorduklarına tanık olurum: “Bu hatayı nasıl yaparım?” Evet, bu hayatta yanlış attığımız adımları sorgulamamız son derece normal fakat kendimize büyük roller biçip kendi omuzlarımıza ağır yükler yüklemek de bizleri daha yorgun insanlar haline dönüştürür. Bunun yerine insan olduğumuzu, hata yapabileceğimizi, zaman zaman çaresiz kalabileceğimizi ve her problemi çözemeyeceğimizi fark edersek ve kendimizi olduğumuz gibi kabul edersek işler bizim için daha da kolaylaşacaktır.
Şunu unutmamak gerekiyor ki hayatta hepimizin kontrol edebileceği ve kontrol edemeyeceği alanlar vardır. Örneğin; bu akşam yemeğinde ne yiyeceğimize kendimiz karar verebiliriz, bu durum kontrol alanımızdadır ama akşam trafikte önümüze aniden direksiyon kıran sürücünün yaptığı bu anlamsız hareketi kontrol edemeyiz. Ya da biz kendimizden emin bir şekilde insani ilişkilerimizi dürüstlük üzerine inşa etmişken iş arkadaşımızın bize yalan söylemesi bizim kontrol alanımız dışındadır. Bu olay üzerine “iş arkadaşım acaba neden bana yalan söyledi, bu benim suçum mu?” diye takıntılı bir şekilde düşünmek bizi sadece yorar. Bu onun tercih ettiği bir davranıştı ve biz bu davranış için kendimizi suçlamamalıyız.
İşte yaşamın püf noktalarından biri de burada saklıdır; bizler kontrol alanımızı ne kadar genişletmeye çalışırsak yani müdahale ve kontrol edemediğimiz olayların sorumluluğunu sürekli üzerimize almaya başlarsak hayatımız stresli ve tahammül edilemeyen bir yer haline dönüşür. Kendi eylem ve söylemlerimizi düzeltmek ve diğerlerine de bunu tavsiye etmek yapılabilecek en doğru iştir. Unutmayın hayattaki her şeyi kontrol edemeyiz, bizim gücümüzün, tahammülümüzün ve sorumluluk alanımızın da bir sınırı vardır.
Hayatta kendimizi çok güçlü, kudretli, sağlıklı ve yenilmez görebiliriz. Kendimize, ailemize, dostlarımıza, maddi gücümüze ve sahip olduğumuz makama inanıp dünyaya meydan okuyabiliriz fakat tüm bunlar saniyeler içinde yerle bir olabilir. Güvendiğimiz dostlar, sahip olduğumuz imkânlar, sağlığımız, mutluluğumuz bir anda kaybolabilir. Bunları söylüyorum çünkü insanların kendilerinden ve dünyadan çok emin konuştuklarına sıklıkla şahit oluyorum. Emin olmak güzeldir ama her an kaybedebileceğimiz, terk edebileceğimiz bir dünyada sahip olduğumuz şeyler hakkında bu kadar emin konuşmak onları kaybettiğimizde derin bir hüzne sebep olabilir. İnsanın dünyadaki gücü ve ömrü sınırlıdır, bu sınırlı alan içerisinde kazanmak kadar kaybetmek de var, işte biz bu ikinci ihtimali de göz önünde bulundurup hayatımızı buna göre inşa edersek hayatımızı daha anlamlı bir yer haline getirebiliriz.
İnsanın dünyada kendisine yapabileceği en büyük iyiliklerden bir tanesi kabul etmeyi öğrenmektir. Zorlukları, hastalıkları, musibetleri, mutsuzlukları kabul etmek, mutluluğu ve hazzı hayatımızın odak noktası haline getirmemek insanın ruhsal dayanıklılığını arttırır, travmalara karşı dirençli hale getirir ve dünyadaki savrulmaları önler. İnsan, dünyadaki acıları ve karanlığı kabul ettiği ölçüde güçlenir olgunlaşır. Çünkü hayatta her şeyi arzu ettiğimiz gibi yaşamak ya da değiştirmek mümkün değildir, bazen kabullenmek, başımıza gelene rıza göstermek önümüzdeki tek seçenek olabilir ve istemediğimiz bu yaşam olayları karşısında bizi koruyacak tek şey kabul etmektir.
İnsan doğası gereği hep arzu ettiği gibi yaşamak ister ve mutluluğunu kaçıran, huzurunu bozan, kendisini rahatsız eden kişileri ve olayları kendisinden uzaklaştırır, görmezden gelebilir, yok sayabilir. Bu sayede kişi hayallerini süsleyen o huzurlu hayata kavuşacağını düşünür ama mutlu olmak için mutsuzluğu yok saymak pek mantıklı bir tercih değildir. İnsan, mutsuzluğu tanır, onunla hemhâl olabilirse mutluluğa erişebilir ancak. Bu pek mantıklı bir tercih değildir diyoruz çünkü olayları ve o olaylar karşısında hissettiğimiz duyguları bastırmak ya da ortadan kaldırmaya çalışmak ilerleyen zamanlarda bizi daha stresli ve huzursuz bir insan yapar. Kabul edilmeyen duygular yok olmaz, sadece ortaya çıkmak için uygun zamanı bekler.
Hepimiz türlü sınavlardan geçiyoruz, büyük travmalar, ölümler, ayrılıklar, aldatılmalar yaşıyoruz. Canımız çok yanıyor ve bazen her şeyi bırakıp çekip gitsem nasıl olur diye içli içli düşünüyoruz. Bunların hepsini anlayabiliyorum çünkü hepsi bize ait duygular. Bu duygular karşısında işimizi kolaylaştırmak, ruhumuzu hafifletmek için yaşadığımız acıları kabul etmeli, onları içeriye buyur etmeli ve hayatımızda o acılara yer açmalıyız. Biz bunu yapmadıkça bizi rahatsız eden yaşam olayları ömür boyunca kapımızı çalar, zihnimizi ve ruhumuzu meşgul eder. Şayet biz bu olayları kişisel menkıbemizin bir parçası olarak görürsek, bu zorlukların bize ne öğrettiğine dikkate dersek, yaşadıklarımızın bizi nasıl birine dönüştürdüğünü görüp o acı olayların bize yeni bir ruh hediye etmesine müsaade edersek her şey bizim için çok daha kolaylaşır ve büyürüz. Ne diyordu Hz. Mevlana: “Hüzün olgunlaştırır, kaybetmek ise sabrı öğretir. Kaderi sev, varsa kederini de sev”.
İnsan kaderini ve kederini sevmeyince dünyayla ve çevresiyle bitmek bilmeyen bir kavgaya tutuşuyor. Sizin de muhakkak etrafınızda vardır; sürekli mutsuz, her şeye muhalif, her şeyden şikayet eden, her şeyi kendinin doğru bildiğini varsayıp herksin bu doğruya itaat etmesini bekleyen, kimseyi bulamazsa gölgesiyle kavga eden tipler. Bu insanların temel problemi kendilerini ve yaşamlarını kabul etmemeleri, içinde bulundukları dünyayı kısıtlı bir pencereden seyretmeleri ve kainatın kusursuz bütünlüğünü fark edememeleridir. Onlara göre kabul etmek zayıflıktır ve tek gerçek isyandır, oysa bizim bahsettiğimiz kabul pasif bir eylem değildir. Aktif bir şekilde; dünyayı, hayatı, duyguları araştırmak, izlemek, düşünmek, fikir üretmek ve nihayetinde de kabul etmektir. Kabul etmek teslim olmak değildir, susmak, boyun eğmek, tepkisiz kalmak hiç değildir; kainatın ve insanın varlık alemindeki yerini fark edip buna uygun yaşamaktır, insanın kendi yerini bulmasıdır.
Kabullenmek bize huzurlu bir yaşam sunar, sağlıklı ilişkiler geliştirmemize, alçakgönüllü olmamıza, yazgımızla barışmamıza ve insanları affetmemize olanak sağlar, dünya yolculuğumuzu kolaylaştırır, acı verici ve tehdit edici olaylarla yüzleşmeyi sağlayarak bizlerin her türlü yaşantıya açık olmasını sağlar.
Rogers ve A. Maslow’un temsil ettiği insancıl psikoloji ekolünde kişinin kendisini ve dünyayı kabul etmesi kendini gerçekleştirmiş insanın özellikleri arasında yer alır. A.Maslow’un geliştirdiği “kendini gerçekleştirmiş insan” tipolojisi içinde yer alan; “kendini, başkalarını, doğayı kabul etme” niteliğinde psikolojik sağlığı yerinde olan insanın, kendini ve başkalarını gerçekçi olarak kabul etme özelliği vardır. Sağlıklı insanın gerçeği tam ve doğru olarak algılama yeterliliği gelişmiştir. Kendini olumlu olumsuz özellikleriyle kabul eder, yaptığı yanlışlar yüzünden aşırı ölçüde suçluluk duyguları içinde olmaz. Doğal, biyolojik özelliklerini kabul eder, kendinden utanmaz.1 Yine bu bağlamda Rogers’a göre kabul eden kişi; çeşitli engellenmeler ve zorlanmalar karşısında soğukkanlı ve dirençli davranabilir, problem çözebilme yeterlilikleriyle, zorluklara baş edebilme gücü kazanabilirler. Aynı zamanda desteği içten alma niteliklerinin gelişmişliği, öz güvenli ve daha özerk olmalarını sağlar.
Dünya yolculuğunun farkında olan herkes kişisel hikâyesini tamamlamak, tam olmak yani insan kılınmak için uğraşır. Bu yolculuk elbette ki tek bir düzlemde, aynı duygu ve düşüncelerle gerçekleşmeyecek. Bazen güneşli günler, bazen de bizi köklerimizden ayırmak isteyen korkutucu fırtınalarla karşılaşacağız. Bazen pes edeceğiz, bazen de dünyanın o yıkıcı taarruzuna karşı geleceğiz. Tüm bu güzellikleri ve güçlükleri beraberce kabul etmek, her türlü yaşam deneyimini anlayıp kabul etmek sağlık ve dayanıklı bir ruha sahip olmamıza imkân sağlayacaktır.
1) Topses, R. (2013). Psikolojik Danışma Sürecinde Kendini Kabul ve Savunucu Davranış Kavramlarının Felsefi ve Psikolojik Boyutları. folklor/edebiyat, 74 (19), 61-72.
Şuan ki ruh halime ilaç gibi geldi.Allah razı olsun hemde ebediyen razı olsun.Gerçekten şifa niyetiyle okudum.Yazının,sözün,sesin,dokunma hissinin şifa olduğuna inanan biri olarak yazınızda iyileştim..