Balonlar, içi boş şeylerin de bazen yükselebileceğini hatırlatır.
Muzaffer Serkan Aydın
Hayat insanın önüne iki şekilde sunulur. İlkinde, altın bir tepside tüm maddi ve manevi imkanlar aile tarafından sağlanmış olur ve çocukluğun, gençliğin, ihtiyarlığın bolluk, bereket içerisinde rahat bir biçimde geçer; ikincisinde ise sadece yaşamak, karnını doyurmak ve kimseye muhtaç olmadan hayat yolculuğunu sürdürmek için ucu bucağı belli olmayan bir maceraya girişmen beklenir. Bu macera, hayatı sadece bir yaşam alanı olarak değil aynı zamanda da bir mücadele alanı olarak görmeni, bunu göze almanı gerektirir. Hayatla sürekli mücadele etmenin ne kadar zor olduğunu, böyle bir yaklaşımın insan ruhuna zarar verebileceğini elbette biliyorum. Ama hayat her zaman kişisel gelişim kitaplarındaki gibi toz pembe ve tahmin edilebilir bir şekilde ilerlemiyor, bazen mücadele etmen, yumruğunu sıkman ve sesini yükseltmen gerekebiliyor.
Dünyaya geldiniz, şöyle bir etrafınıza baktınız, gördünüz ki birileri daha ayrıcalıklı, daha mutlu, yaşamları daha konforlu ve anladınız ki hayat size adil davranmadı. Olabilir. Hem zaten dünyadan da böyle bir şey beklememek gerekir. Alem büyük bir sır, bize düşen bu sırrı ve kendi hikâyemizi kabul etmek ve ardından da “bu hikâyeyi güzelleştirmek için ne yapabilirim?” sorusuna yanıt aramaktır. Eğer bu soru üzerine kafa yormazsak, bulunduğumuz yerde saymaya, imkânsızlıkları kabullenmeye ve pes etmeye başlarız. Oysa en çok senin okuman, çalışman, yardım etmen ve gönül kazanman gerekiyor bu hayatta çünkü şartlar eşit değil, bunu sakın unutma.
Bir yanda yabancı dil bilen bakıcılarla büyüyen, kolejlerde okuyan, yıllarca özel ders alan, dil kurslarına gönderilen, lisans ve yüksek lisans eğitimini yurt dışında tamamlayanlar; diğer yanda okulda üç kişilik sıralarda sıkış tıkış oturan, kibrit kutusu kadar evde ders çalışacak sessiz bir oda bulamayan, okulda hep başkalarının spor ayakkabılarına, çantalarına gözü kayan, sofrada makarna ve pilav dışında yemek görünce sevinen, yazları muhakkak çıraklığa verilen çocuklar, adamlar, kadınlar olacak. Hayatın kanunu ve işleyişi bu. Bu durum için birilerini suçlamaya, birilerine kötü hissettirmeye gerek olmadığını düşünenlerdenim. “Evet hayat bana adil davranmadı. Peki şimdi ne yapmalıyım?” sorusunun bereketine ve işlevselliğine inanmaktayım.
Eğer hayat size altın tepside sunulmuşsa işler sizin adınıza daha kolay ilerler. İyi bir eğitim, kaliteli ve etkin bir sosyal çevre, nihayetinde de sosyal çevrenin desteğiyle güzel kazançlı bir iş ve rahat bir hayat. Fakat sadece hayatta kalmak için bile büyük bir çaba sarf etmeniz gereken bir ortamda doğmuşsanız işler sizin için fazlasıyla zorlaşır. Hayat sizin için sıfırdan değil, eksiden başlar. Öncelikli olarak tüm çabanızı insanca yaşamaya harcarsınız, zira eksiden sıfıra doğru ancak böyle yol alabilirsiniz.
Siz sıfıra ulaştığınızda bir bakacaksınız ki yaşıtlarınız ellerindeki imkanları kullanarak bir hayli yol almış. Burada karşınıza iki seçenek çıkıyor ya mücadeleyi bırakıp hayata teslim olmak ve sıfırda kalmak ya da buna rıza göstermeyip sıfırdan ileriye doğru hamle yapmak, az uyuyup var gücünüzle çok çalışmak.
Klinik Psikolog Mehmet Dinç şöyle diyor: “İnsanları takdir ederken ve örnek alırken nereye geldiklerinden ziyade nereden geldiklerine bakmalı ve buna göre değerlendirmeli, takdir etmeliyiz”. Bazıları tek bir telefonla o işe kabul alırken, siz aynı denklikte bir iş için belki de tüm gençliğinizi ve güzel günlerinizi harcamak zorunda kalacaksınız. Ötekinin atacağı bir adım kendisine hayat boyu rahat bir hayat sunacakken, sizin belki de yıllarca adım atmanız, uzun ve meşakkatli yollar yürümeniz gerekecek. Canınız çok sıkılacak fakat bu yolculuğun sonunda; mücadelenin, çabanın ve nihayetinde de başarmış olmanın doğurduğu onurlu yorgunluk, mutluluk size hediye edilecektir.
Sana dünyada kimse bir şey lütfetmedi, işini kolaylaştırmadı, aksine içinden çıkıp geldiğin sosyal çevre sebebiyle ötelenmeye, yok sayılmaya çalışıldın ama sen tüm bunlara rağmen inatla devam ettin ve başardın. İşte bu başarı dünyanın en mukaddes, en değerli hazinesidir.
Sevgili dostum; başarmak ve hayatını kazanmak için birilerinin lütfuna ve sahipliğine muhtaç değilsin. İnsanca bir yaşam sürmek için holiganlık yapmana, zihnini ve ruhunu kiraya vermene, inanmadığın isimlere ve düşüncelere alkış tutmana ihtiyacın yok. Biliyorum bu fikir sana mantıklı gelmiyor ve işlerin böyle yürümediğini söyleyip içinden itiraz ediyorsun bana. Çünkü çevrende hak etmeden köşe kapmış, yetersiz olsa da o işe kabul edilmiş yüzlerce insan var, bunu ben de senin gibi rahatlıkla görebiliyorum. Fakat biliyorum ki yüksek bir tepeye konulan kuş tüyü orada ancak yaz mevsimini geçirir, sonra iklim değişir ve sonbaharın ilk rüzgarıyla savrulup yerini yitirir. İlk rüzgarda savrulmamak için çalışmak ve kendimizi dünyanın en kuvvetli zırhıyla yani bilgiyle donatmak en büyük hedefimiz olmalıdır. İçinde bulunduğumuz zorluklara, yaşadığımız haksızlıklara sızlanarak ya da dedikodu yaparak değil; mücadele ederek, üreterek bir karşılık vermeliyiz. İnsana yakışan mücadele işte budur.
Temiz bir kalple atılan adımların, iyi niyetle çıkılan yolların başarısızlığa ve karanlığa ulaştığını görmedim hiç. Harcanan emek ve çaba muhakkak bir gün, bir şekilde karşılığını buluyor. İnsan bu noktada aceleci olabiliyor bazen, hak ettiğine inandığı şeyin hızlıca kendisine verilmesini talep edebiliyor. Oysa dünya büyük bir sır dedik, her eylemin, her oluşun ve her duygunun kendine has bir zamanı ve mekânı vardır. O zaman geldiğinde hak ettiğiniz şey her neyse ona, sizin bile inanamayacağınız bir şekilde kavuşacaksınız. Yeter ki istediğiniz şeyi hak edecek kadar çalışın, gayret gösterin ve sabredin.
Memleketin hudayinabitleri
Anadolu ve Türk kültüründe sevilen, saygı duyulan ardıç isimli bir ağaç türü vardır. En zor koşullarda bile tek başına ayakta durabilen, yüksek dağlar, ovalar, bataklıklar ve ormanlarda yetişen ardıç ağaçları bazen çalı biçiminde bazen de yüksekliği on metreyi geçen ağaç şeklinde görülebilir. Servigiller familyasına mensup iğne yapraklı bir türdür, sivri sert ve iğneli yapısı ile kurak ve sert iklimlerde rahatlıkla yetişebilir. Ardıç ağacı yetiştirmek sabır işidir, fidanının 1,5 – 2 metre uzunluğuna gelmesi yıllar sürer. Kışın yapraklarını dökmez ve yeşil kalır, umudunu hep taze tutar. İnatçıdır ardıç , öldükten sonra da dikili veya kuru bir halde 300 yıldan fazla bir süre yıkılmadan ayakta kalabilir, devrilse bile 100 yıldan daha fazla yattığı yerde çürümeden sabreder, tükenmez. Bu özelliklerinden dolayı ardıçlar bulunduğu ekolojik bölgenin en uzun yaşayan ağaçlarındandır.
Ardıç demişken ardıç kuşlarını anmamak olmaz. Ardıç kuşları halk arasında cırrık kuşu ya da kara tavuk olarak da bilinir. Cırrık denmesinin sebebi çıkarttığı sestir, kara tavuk denmesinin sebebi ise karatavukgiller familyasına bağlı olmasındandır. Dünyanın birçok yerinde yaşamını sürdürebilen bir kuştur, 20-26 cm boylarındadır ve hep göç halindedir. Ardıç ağaçlarıyla alakalı belki de en ilginç bilgi bu ağacın ardıç kuşları sayesinde tohumlanmasıdır. Yılın belirli dönemlerinde ardıç ağacının meyveleri toprağa dökülür, ardıç kuşları bu tohumları yer ve Ahmet Murat’ın: ‘’Allah sürprizdir, rabbül alemin’’ dizesi bir kez daha vukuu bulur. Kuşların sindirim sisteminde salgılanan sıvılar yardımıyla meyvenin kabukları açılır ve ardıç kuşu dışkısını toprağa bıraktığı andan itibaren ardıç fidanı için çimlenme başlar, olmaz denilen bir kez daha olur.
Tam da bu noktada Türkçenin muhteşem kelimelerinden biri aklıma geliyor: Hudayinabit. Farsça, Hudâ (Allah) ve Arapça, nabit (yerden çıkıp büyüyen, biten) kelimelerinden meydana gelen hudayinabitin sözlük anlamı; kendiliğinden yetişen (bitki), başıboş büyümüş, kendi kendini yetiştirmiş, sahipsiz kişidir. Fakat kök itibariyle: “Allah tarafından yetiştirilen, büyütülen kişi” anlamına gelir. İnatçı ve güçlü ardıç ağaçlarının varlığını sürdürmesi de böyle gerçekleşir. Yapraklarınız, meyveleriniz, tohumlarınız mutsuzlukla ve çaresizlikle dökülür, tam her şey bitti, tüm umutlar tükendi dediğiniz anda Hudâ bir elçi, bir kuş, bir kurtarıcı gönderir ve sizi hayatta tutmaya, varlığınızı ve umudunuzu yeniden sürdürmenize vesile olur.
Dünyada kendini yalnız, kimsesiz, sahipsiz ve haksızlığa uğramış hissediyor olabilirsin. Senin çeyreğin kadar bilgi ve birikime sahip olmayanların her türlü dünya nimetinden faydalandığını iç çekerek, biraz da yazgına sinirlenerek izliyor olabilirsin. Fakat unutma sevgili dostum sen bir hudayinabitsin. Annen dershane paranı denkleştirmek için sahip olduğu tek ziynet eşyasını yani küpelerini sattı, baban ömrü boyunca ilk kez birinden utana sıkıla borç istedi. Sen her kış potinlerinden utandın, mezuniyet partilerine, doğum günlerine gidemedin. Okudun, mezun oldun, kendini geliştirdin, yetkin tanıdıkların olmadığı için uzunca bir süre işsiz kaldın ama hiç vazgeçmedin, pes etmedin. Çünkü sen hudayinabitsin, yüce yaratıcının gözetiminde, sahipliğinde kendi kendini geliştiren, büyütensin. Bir düşün bakalım O seni hiç yalnız ve sahipsiz bırakır mı?
Hem ne diyordu Serdengeçti: “Arkasız yiğitler, arkanız Allah’tır”. Yeter ki inanmanın ve temiz bir kalbe sahip olmanın dünyanın en büyük zenginliği olduğunu unutmayalım, kendimize ve çevremize sık sık bunu hatırlatalım.