Acının Birleştirici Gücü ve Durmadan Sırıtanlar

Kederlerde bütün yüzler birleşir

Edip Cansever, Günlerden.

Dünyadaki sayılı günlerini ölümsüzlüğün formülünü bulmaya ve tabiatı alt etmeye adayan güruhun mensubu olmamak için elimizden ne geliyorsa onu yapmamız gerekiyor artık. Zira bu topluluk yaşamış olduğu anlam karmaşasını ve noksanlığını tabiata savaş açarak, daha fazla üreterek, uzaya askeri üs kurarak çözmeye çalışıyor fakat her seferinde alemin büyüklüğü ve mucizesi karşısında çaresiz kalarak daha da derin bir anlamsızlığın içine düşüyor. Oysa sahip olduğumuz kaynakları âleme hakim olma arzusu yerine, âlemle beraber insana yakışır bir hayat sürmek için kullanabilseydik şüphesiz ki daha yaşanılır bir düzen kurabilirdik. Bu yaşanılır düzenin ilk adımı insanın ölümlü ve evren karşısında çaresiz olduğunu kabul etmesi ile atılabilir ancak.

Elazığ’da yaşanan deprem sonrasında bir vatandaşımız şöyle yazmış: ‘’Dün akşam çıplak ayakla sokağa fırladığımda, bu dünyada bize ait olan bir şey var mıymış yok muymuş anladım.’’ Bahsettiğim kabul işte tam olarak bu. Sahip olmakla ve zapt etmekle övündüğümüz dünya aslında bize ait değil ve aslında insan bu dünya karşısında çaresiz.

İnsan bu çaresizliği ve savunmasızlığı en çok doğal afetlerden sonra hisseder. Elinden hiçbir şey gelmez, hissettiği tek şey korkudur, sevdiklerinin ve kendinin can güvenliğinin zedelenmesine dair korku. Yaşamış olduğu çaresizlik, acziyet ve kayıplar, nihayetinde acıyı doğurur ve bu acı insanın özüdür, en saf halidir.

Kişi, nasıl bir geçmişe sahip olursa olsun acı çekerken ona baktığınızda hissettiğiniz ilk şey merhamet olur. Çünkü her insanın kalbinde yaratılmış olmanın saflığı ve temizliği bulunur. Acı esnasında bu temizlik, gören kalplere yansır ve ona el uzatmak isteriz. Biliriz ki gördüğümüz o temizlik bizden bir parçadır, kalbimizde olan saflıkla akrabadır ve insan sevdiklerine, akrabalarına yardım etmekle mükelleftir.

Acı kategorize edilemez, senin acın benim acım yoktur, ortada sadece bizim acımız vardır ve hep beraber bu acıya bir çare ararız.

Acı bizi savunmasız kılar ve ötekine ihtiyacımızı arttırır. Bu anlarda kendisine uzanacak elin, ‘korkma, geçecek’ diyen bir sesin varlığına her şeyden daha fazla ihtiyaç duyar. Acıya eğer el uzatılırsa, yaşanılan acıyı beraber yaşamak teklif edilirse, kişi bu yıkım karşısında tek başına olmadığını fark eder, dünyada yalnız olmadığını anlar ve yaşamış olduğu bu talihsizlikle baş etmek için daha fazla çabalar. ‘Acı paylaşmakla azalmaz’ minvalindeki sözleri unutun gitsin, bunlar süslü söz söyleme kaygısı ile kurulmuş cümleler. İnsan acısını ancak paylaşarak, anlatarak, beraber olarak hafifletebilir. Aksi halde dünyadaki kötülük oklarının sadece gelip kendisine isabet ettiğini ve bunun büyük bir haksızlık olduğunu düşünerek acıyla ağırlaşır ve nihayetinde ruhun karanlık sularına gömülür.

Aynı acıya ağlamak, şifası için derman aramak bizi kardeş kılar, yakınlaştırır, aramızdaki husumeti kaldırarak birbirimiz için ne kadar değerli olduğumuzu ve beraber yaşamamızın aslında ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatır. Bizi biz yapan özelliklerimizden biri de işte bu: Aynı acının etrafında toplanmak ve yaraların kapanması için seferber olmak. Depremler, yangınlar, seller ve türlü afetlerden sonra bir araya gelmeyi, adını hiç duymadığımız insanlar için malımızı ve hatta canımızı feda etmeyi, hızlı reaksiyon gösterip bir an önce yarayı sarmayı refleks haline getirmiş olmamız toplumumuzun mayası hakkında çok şey söylüyor aslında. İyilikte ve fedakarlıkta bu kadar tereddütsüz ve hesapsız hareket eden bir zümrenin, içinde bulunduğumuz çağa insanlık adına vereceği büyük dersler var demektir.

Bazen gündelik ve politik hayatın olağan akışı içerisinde birbirimizi kırdığımız, incittiğimiz, haksızlık ettiğimiz anlar oluyor ve bu anlarda insan ümitsizliğe kapılıyor hatta içimizden: ‘’İnsanlık bitmiş’’ diye geçiriyoruz. Ama içimizden birinin ya da birilerinin başına travmatik bir olay geldiğinde aynı karede durması imkansız gibi görünen tüm kutuplar bir araya gelerek açılan yarayı sarmak için seferber oluyor ve acının iyileştirici gücüyle toplumsal kardeşliği herkese yeniden hatırlatıyor.

Deprem, yangın, sel, göçük ve toplumsal afetlerde farklı zümrelerin bir araya gelmesi, güçlü karakterlerin halkın yanında durması, sokaklarda olması son derece mühim. Hiçbir şey söylemeseler, hiçbir şey yapmasalar bile varlıkları orada bulunan insanların acısını bir nebze de olsa hafifletir. Acı çekenler; yalnız olmadığını, sahipsiz kalmadığını ve tüm sevdiklerinin kendisi için mücadele ettiğini düşünerek hayata biraz daha tutunur.

Bu noktada televizyon ve radyo kanallarına, gazetelere de büyük bir görev düşüyor. Yaşanan olaylarda insanları travmatize edecek içerikleri paylaşmaktan ziyade beraberliği, yardımlaşmayı ve umudu konu alan yayınlar yapmaları gerekir. Hiçbir şey olmamış gibi tabiri caizse ‘vur patlasın çal oynasın’ tarzında yayınlar yapmak da bu travmayı yaşamış olan insanları üzer, kendilerini değersiz hissetmelerine: ‘’Ben canımla uğraşırken milletin keyfine bak’’ tarzında sorgulamalar yapmalarına neden olur.

Durmadan sırıtanlar

Kimseyi zorla bir acıya ortak etmeye, ‘’biz üzüldük hadi şimdi sen de üzül’’ demeye, hayatın olağan akışını kesip uzun bir yas süreci başlatmaya, insanların duyguları ve hayatları üzerinde böyle bir tahakküm kurmaya elbette ki hakkımız yok. Herkes dilediğini hissetmekte, yasalar çerçevesince dilediği gibi yaşamakta ve toplumsal tepkiler verip vermemekte özgürdür. Fakat yaşanan büyük toplumsal acılar sonrasında insanların ne yazık ki insan doğasına aykırı bir biçimde davrandıklarını görmeye başladık.

Elimizde bir ‘niyet’ ya da ‘acı’ ölçer cihazı yok ve kimsenin kalbini yarıp içini göremeyiz fakat önce gözyaşı ve dua emojisi ile deprem taziyesi paylaşıp aradan daha 24 saat geçmeden objektiflere sırıtarak poz vermenin, butik reklamı yapmanın, maç skoru paylaşmanın ardında pek de sağlıklı bir hal olmadığını söyleyebiliriz. Burada iki seçenek var; ya orada hayatını kaybeden insanlara gerçekten üzülmedin ve sosyal medyanın etkisiyle rol yaparak kalbinde hissetmediğin bir acıyı paylaşmaya çalıştın ya da bir duygu durum bozukluğuna sahip olduğun için ani duygu değişimleri yaşıyor ve mustarip olduğun ruhsal bir problemden dolayı bu tip paylaşımlar yapıyorsun. Üçüncü bir seçenek yok. İnsan gerçek hayatta sevdiği birini kaybedip ölünün ardından ‘sahici’ gözyaşları döktükten saatler sonra hiçbir şey olmamış gibi gülüp bunu da belgeleyerek sosyal medyada paylaşamaz. Bu doğanın, insanlığın ve tabiatın kanunlarına bütünüyle aykırı.

Bu gariplik: ‘’Ama hayat devam ediyor’’ rahatlığıyla açıklanacak bir durum da değil. Evet, hayat devam ediyor fakat hayat belli bir görgüyle, nezaketle ve insanlıkla devam ediyor. Cenaze evi adabı dediğimiz bir adap vardır. Her şeyden evvel cenaze evinin acısına hürmet edilir; cenaze evinde dünya meseleleri konuşulmaz, o apartmanda ve evde ses yükseltilmez, apartmanın önünden geçerken dikkatli olunur, eş, dost bu konuda uyarılır hatta alt komşu, üst komşu televizyon açmaz ki cenaze sahibine ayıp olmasın, kırılıp incinmesin. Hayat elbette devam eder, ilk üç gün boyunca cenaze taziyesi sürer ve ardından insanlar yavaş yavaş çekilir, üç günün sonunda taziyeye gelen insanlar gecikmiş taziye dileklerini sunar, usulünce baş sağlığı diler fakat bu ziyarette ölümle ve ölüyle ilgili çok konuşmamaya dikkat ederek oradan ayrılır. Cenazenin yedisi, kırkı ve elli ikisinde yeniden buluşulur.

Şimdi şu soruları kendimize soralım; insanlar hâlâ cenazelerini toprak altından çıkartamamışken, her gün yeni bir acı hikayeyle karşılaşıyorken neden kendimizi, hayatımızı, tatil fotoğraflarımızı paylaşmaya bu kadar istekliyiz ve meraklıyız? Neden üç gün sabredip insanların acılarını dinlemek, seyretmek ve hissetmek yerine durmadan benliğimizi paylaşıp gelen yorumlarla ve beğenilerle hazza kavuşmak istiyoruz? Ve neden artık acıları ve sevinçleri mış gibi yaşıyoruz?

İnsanların böyle travmatik zamanlarda bile narsistik kimliklerinden vazgeçememeleri tek kelime ile korkunç. Tekrar ediyorum kimseyi zorla bir acının içine çekemeyiz ama en azından taziye dileğinden saatler sonra hiçbir şey olmamış gibi paylaşımlar yapmanın önüne geçip bağımlısı olduğumuz ‘haz duymayı’ biraz erteleyebiliriz.

Bu endişe verici durum Nazım Hikmet’in 1933 yılında yazdığı şu dizeyi hatırlatıyor bana: ‘’en fazla bir yıl sürer yirminci asırlılarda ölüm acısı’’

Yazık, acılar bir yıl değil, bir gün bile sürmüyor artık.

2 Yorum

  1. Psk. Mustafa Demirci 27 Ocak 2020 at 21:37

    Gökhan Hocam yine muhteşem bir yazı yazmışsınız. Elinize sağlık, kendimizi sorguladık.

    Cevapla
  2. Çiğdem Alan 27 Ocak 2020 at 21:57

    Elazığ insanın ne kadar güzel yürekli olduğunu görmüş olduk Rabbim imtihanlarını kolaylaştırsın inşallah. “Merhameti sonsuz olan Rabb’imiz! Sıkıntılarımızı izale buyur ve bizi içinde bulunduğumuz gamdan, kederden kurtar.. en yakın bir zamanda biz aciz kullarına nezdinden bir ferec ve mahrec (çıkış yolu ve ferahlık) nasip eyle..”

    (İbn Mâce, “Dua”, 2)

    Cevapla

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir