Aklını Dinlemeyen Bir, Kalbini Dinlemeyen Bin

Yaşım yirmi altı.
Sana kırk senedir aşığım.

Bleda Yaman

Canın yanıyor ve aklına gelen ilk kişi o. Oysa yıllar evvel sudan sebeplerle ve haksız yere (çünkü tüm dostların ve terapistin böyle söylüyordu) elini kolunu sallayarak ve bir daha arkasına dönüp bakmayarak çekip gitmişti. Her şey berbat ilerliyordu, seni o en çaresiz halinle, hayatta kimsen kalmamışken terk etmişti. Ama sen bugün canın yandığı için yine onu aramak, teselli etmese bile sadece orada olduğunu bilerek yaşına başına bakmadan uzun uzun ağlamak istiyorsun.

Sadece canın yandığında değil; bahar geldiğinde, mezun olduğunda, iş bulduğunda, terfi aldığında, yeğenin doğduğunda, Sezen Aksu albüm çıkarttığında, erikler manav tezgahını süslediğinde, Turgut Uyar’ın ilk baskısını bulduğunda ve tüm güzel anlarında onu aramak ve bu anlara onu da şahit tutmak istiyorsun. Hayatımızın milatlarından biri: Gördüğün bir güzelliğe bir başkasını daha şahit tutmak. Ne güzeldir o, güzel şahitlik.

Ama insanlar bazen bizimle aynı manzaraya bakmak, aynı güzelliğe şahit olmak istemeyebilirler. Uzun ve yağmurlu bir yolculukta başını cama dayayıp Feyruz dinlemek ya da bir kamp ateşinin yanında toprağa uzanıp gökyüzündeki yıldızlardan bir gelecek inşa etmek herkesi mutlu etmeyebilir. Hem zaten adın gibi biliyorsun, o bunların hiçbirini sevmez ve sevmeyecek de ama sen yine de tüm güzel hayallerine onu da dahil etmek isteyeceksin ve yine canın yandığında, düştüğünde ilk onu görmek, aramak isteyeceksin.

İnsanın ciğerine yapışan bir sıcak. Yaklaşık yüz kişilik bir koğuş, gözlerim sonuna kadar açık ve canım fena halde sıkkın. Normal vakitlerde de uykuyla aram pek iyi değildir fakat burada gecelerdir uykusuzum. Gece başımı yastığa koyduğum zaman savaşın dümdüz ettiği bir şehirde akşam yürüyüşüne çıkmış gibi hissediyorum kendimi. Bir zamanlar şen kahkahaların sardığı çay bahçeleri, fesleğen dolu memur balkonları, ilk buluşmaların ev sahibi fingirdek pastahaneler şimdi yerle bir. Akşamın karanlığı ve hatırlayamamanın getirdiği endişeyle gözlerimi kısıp bu mutlu mekânlarda hangi huzurlu ve heyecanlı hikâyelerin geçtiğini anımsamaya çalışıyorum. Fakat başaramıyorum, karanlık iyice çöküyor ve ben tek bir iyi hikâye bile hatırlayamadan bu harabeye dönmüş şehrin sokaklarında avare avare dolanıp duruyorum. Derken sirenler acı acı ötmeye ve siyah kanatlı kuşlar pişmanlıklarla sarılmış hatıra bombardımanına başlıyor. Kan ter içinde saklanacak bir yer ararken nefes nefese uyanıyorum. Artık uyumak bile büyük bir lüks benim için

Üst ranzadan bir kafa uzanıyor: ‘’Abi, abi sen de uyumadın değil mi?’’ dönüp durmamdan anlamış olacak demek ki uyumadığımı: ‘’Hayır, uyumadım’’ diye cevap veriyorum. ‘’Abi ben uyuyamıyorum lütfen bana yardım et’’ diyor ağlamaklı bir ses tonuyla. 10 dakika sonra bahçedeyiz, başlıyor anlatmaya: ‘’Abi bir kız vardı yıllar evvel âşıktım, gerçi hâlâ… neyse. Yıllardır ne yüzünü gördüm ne de sesini duydum fakat buraya geldiğimden beri her gece onu rüyamda görüyorum, bana elini uzatıyor ve o anda büyük bir huzursuzlukla uyanıyorum.’’

Biraz konuştuktan sonra anladım ki bizim çelimsiz oğlan askerliğe alışamamış ve o kıza fena halde âşık. ‘En son ne zaman rüyanda görmüştün’ diye sorduğumda ‘2 yıl evvel ameliyat olduğumda ve kasabadaki kahvede dayak yediğim gece’ cevabını aldım.

Aşk biraz da böyledir, benliğine ait bir parçayı bazen hiç istemeyen birine emanet edersin ve canın her yandığında şifa bulmak için canının diğer yarısına gitmek istersin. İnsan yarısını nerede bıraktıysa yaralandığında hep oraya gitmek ister. Bizim delikanlının günlerdir uyuyamamasının sebebi de canının çok sıkılması, yanması ve yeni ortamına adapte olamamasıydı aslında. Korktuğunda ya da çaresiz hissettiği tüm yaşam krizlerinde benliğinin diğer parçasına bilinçsiz bir şekilde ihtiyaç duymuş ve sevdiği kızı rüyasında görmüş. Ne diyordu Freud Rüyaların Yorumu’nda: ‘’Rüyalar, bilinçaltında giden kraliyet yolu gibidir.’’

Bizim âşık da o yolda adım adım ilerliyordu işte fakat şimdi kalkıp o kızı arasa, canının diğer yarısından haberdar olsa her şey düzelecek miydi?

Bilmiyorum. Hayatta bilmediğim çok şey var ve bilmediğim şeylerin önemli bir kısmını da âşka dair meseleler oluşturuyor. Her aşk kendine ait dinamikleri barındırıyor çünkü, kestirilemiyor ve her aşk parmak izi gibi özel, biricik.

Yel değirmenleri

Bildiğim tek bir şey var: O artık başka biri. Aradan uzun yıllar geçti, ömrünün yarısını hiç yaşamadan teslim ettiğin o kişi değişti. Buna itiraz edebilirsin ama ben yine de tekrar edeyim; ömrünün yarısını hiç yaşamadın ve belki geri kalanını da hiç yaşamayacaksın. Ne diyordu Âşık Sümmani: ‘’Herkes diyarında muhabbetinde / Bilmem bizi ne civara yazdılar’’ Yazıldığın civar çok uzaktı ve herkes gününü gün etti. İşini, yuvasını, çoluğunu, çocuğunu yoluna koydu, sen ise ömrünü bir belki’ye bağlayarak ne gençlikten ne de gördüğün günden tat aldın.

İnsan başına güzel şeylerin geleceğine inanır hep. Bir gün talihin yüzüne güleceğine, herkes gibi bir yaşam süreceğine, onun elbet bir gün kapını çalacağına inanıyorsun. İnanmakta özgürsün fakat her özgürlüğün bir bedeli vardır ve sen o bedeli ödüyorsun. Yaşamak tüm güzelliği ile yanından geçiyor ve sen kalkıp ona doğru adım atamıyorsun. Çünkü bir beklediğin var, bir umut gelecek dediğin.

Ne diyorduk en son; o artık başka biri. Başka bir dünya kurmuş kendine, senin hiç dinlemediğin türden şarkılar dinliyor, başka kitaplar okuyor, başka sokaklarda geziyor. Diyeceksin ki olsun, ömrümün geri kalanını da onun sevdiklerini sevmeye, onu yeniden tanımaya ayırırım. Evet bunları yapabilirsin fakat onun bir başkasıyla güldüğü o fotoğrafları asla solduramazsın.

Tüm bunlara rağmen ‘ama’ ile başlayan cümleler kuracaksın, biliyorum. Sanırım aşk dediğimiz delilik de buradan doğuyor. Durma o zaman Don Kişot yel değirmenleriyle savaş. Kimse savaşmadan sonunu göremez değil mi?

Uğruna yel değirmenleriyle savaşmayı ve hayatını feda etmeyi göze aldığın o kişiyi arayamıyorsun da. Başına türlü felaketler geldi, ruhun lime lime doğrandı, mezarlıklarda dolandın, otogarlarda sabahladın, bolca ağladın ama bir gün bile onu arayamadın, çünkü korktun. Onun seni terslemesinden değil de ‘bir daha sakın beni arama’ demesinden korktun. Sıkı sıkıya bağlandığın o son umudun elinden kayıp gitmesinden, kurduğun hayalin yerle bir olmasından, dünyadan kaçıp sığındığın limanın yanıp kül olmasından, yapayalnız boşluğa yuvarlanmaktan korktun.

Sadece cesaret değil, korku da aşkın şanındandır. Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı isimli filmi bu korkunun en güzel örneklerindendir. Meral ve onun resmine âşık olan Halil arasında şöyle bir konuşma geçer:

Halil: Resminle benim aramdaki bir durum, seni ilgilendirmez. Ben senin resmine âşığım.

Meral: İyi ama âşık olduğun resim benim resmim. İşte ben de buradayım, söyleyeceklerini dinlemeye geldim.

Halil: Resmin sen değilsin ki? Resmin benim dünyama ait bir şey. Ben seni değil resmini tanıyorum. Belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın.

Meral: Bu davranışların bir korkudan ileri geliyor.

Halil: Evet. Bu korku sevdiğim bir şeye ebediyyen sahip olmak için çekilen bir korku. Ben senin resmine değil de, sana âşık olsaydım ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme. Belki de alay edecektin sevgimle.

İnsan ömrü çok kısa ve bunu her akşam aynı sofraya oturduğun birini, artık o sofrada göremediğinde anlayabiliyorsun ancak. Kaç yaşında olursan ol, o günden sonra zamanın hızlıca aktığını ve dünyadaki günlerinin gerçekten de sayılı olduğunu fark ediyorsun. Sahip olduğun insanî yönlere daha fazla sığınıp daha fazla iyilik yapmak ve iyi olmak istiyorsun. Ömür emanet, gün sayılı. Tüm bunların benim canımın yanması ve canım yandığında ilk onun aklıma düşmesi ile ne ilgisi var diyeceksin. Bildiğim şeylerden biri daha: İnsan aklını dinlemediğinde bir, kalbini dinlemediğinde bin kaybediyor.

3 Comments

  1. Züleyha 21 Nisan 2020 at 00:21

    İlhan Berk’in dilinden söyleyecek olursak:
    ” Ben hâlâ her şeyi sana anlatacakmış gibi biriktiriyorum. “

    Reply
  2. İklim 21 Nisan 2020 at 18:17

    Öyle haklısınız ki…

    Reply
  3. Tuğba 4 Mayıs 2020 at 23:11

    Sebebini bilmiyorum ama bu tip dertler bana, mühim bir derdi olmayan kişinin çeşitli arayışlar sonucu bulduğu bir şey gibi geliyor. Hiç anlayamadım, anlamak da istemem gerçi. Her neyse, en son paragrafınıza katılıyorum. Bence de çok hızlı geçiyor zaman ve bunu anne babama baktığımda görebiliyorum artık, çok acımasızca ..

    Reply

Leave A Comment

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir