Böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum.
Ama böyle dünya olur mu?
Metin Eloğlu
Şiir, insanla beraber sürüklenendir. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan savaşlar, yağmalar, soykırımlar, fetihler ve aşklarla beraber şiir varlığını sürdürmüş; insanın yaşadıklarına anlam verebilmek için yazgısından sonra başvurduğu, çıkış aradığı bir ‘öte alem’ haline dönüşmüştür. Sadece et ve kemikten değil, yüce bir makamdan üflenmiş ruhla var olan insanın kalbinde taşıdığı cevher, duygularla örülmüştür. Bu duygular bazen alt benliğin karanlığından bazen de saflığın o göz kamaştırıcı ışıltısından oluşsa da kendilerini ifade etmek için hep sözün, sanatla biçim aldığı en yüce makama yani şiire başvururlar.
Belirli aralıklarla; şiirin öldüğünü, en iyi şiirlerin zamanında yazıldığını, bunların üzerine artık bir şey yazılamayacağını söyleyenler çıkar. Şiirden nasibi ve yeteneği kesiklerin sığındığı bu konforlu alanla ilgili, beyaz perdeye şiir yazan adam Tarkovski vaktiyle şu cevabı vermiş: ‘’Sizin film yapamamanız, sinemanın öldüğü anlamına gelmiyor.’’1 İnsan var oldukça duygu da var olacak ve şiir ancak son insanın kalbindeki kırgınlıkla beraber yok olacak. O kıyamet gününe kadar şiir bizlere bir şeyler anlatmaya hep devam edecek.
Şiir her şeyden önce içimizdeki boşluk duygusuyla alakalı bize bir şeyler söyler. İnsan olmak yaralanmak demektir, dünyada eksik kalmak, eksik parçanı aramak, bazen bulmak, bazen de bulduğunu zannedip kaybetmektir. Tüm bunlar olurken, ruhumuzda doğumla beraber başlayan boşluk ve kayıp hissi giderek büyür ve yaşadığımız şaşkınlığa bir anlam vermeye çalışırız. Bu anlam arayışı esnasında sığındığımız ilk çatı elbette şiir olur. Bu tercihin ilk nedeni şiirin de benzer bir dünya şaşkınlığından türemiş olmasıdır. Okuduğumuz dizeler bize tanıdık gelir çünkü şair bizim kaybettiğimizin izini sürmektedir.
‘’Bu şiirden bir şey anlamadım’’ cümlesini sıklıkla duymuşsunuzdur ya da ‘’Ben şiirden anlamam’’. İlk cümle için söyleyeceğimiz şey şudur: Evet, o şiirden bir şey anlamamış olabilirsin, çünkü şiir ancak sende olanı, sende olup da kaybettiğini sana verebilir yani sende aşinalık uyandırmayan, sana tanıdık gelmeyen bir şeyi sana veremez şiir. Kaybettiğin şey o dizelerde değildir.
Türkçe gibi kuvvetli bir dil çağlayanıyla asırlardır beslenen şiirimizden anlamadıklarını söyleyenleri; kendini sadece aynada gördüğü şekliyle tanıyanlara, tarif edenlere benzetiyorum. Oysa aynada gördüğümüz suret haricinde bir de kalp taşıyoruz ve bu kalp bizim yaşamımızı sürdürmemize olanak sağlıyor. Kimi tasavvuf büyüklerinin ‘kalbi’ ve ‘ruhu’ eşanlamlı olarak kullanmaları sebepsiz değildir. Eğer kalbiniz yani ruhunuz varsa hayatı tam anlamıyla yaşayabilir, dünyaya geliş amacınızı ve kendinizi sorgulayarak anlamlı bir hayat inşa edebilirsiniz. Kalbinizi merak etmezseniz, içindeki cevhere dönmezsiniz, hayatınıza bir anlam katmak için uğraşmazsanız ve sadece görünenle yetinirseniz elbette alt alta yazılmış dizeler sizin için bir şey ifade etmeyecektir.
Şiir sizi ‘kendiniz’ gibi insanlarla tanıştırır. Hasarlı kalplerinizle dolaştığınız yeryüzünde yalnız olmadığınızı hatırlatır. Dinlenecek güvenli ve serin bir gölgelik sunar. Dünyayla tanış olursunuz, dünyalılarla hemhâl.
Kendinize mahsus oluşturduğunuz bu dünyada aslında yalnız olmadığınızı fark edersiniz. Hissetmiş olduğunuz derin duyguları, yaşadığınız acıları, kayıpları ve yasları başkalarında da görmek size güç verir çünkü tüm bu felaketlerin tek mağdurunun kendiniz olmadığını görürsünüz. ‘’Bak onun da başına gelmiş bu acı, o da düşmüş ve ayağa kalkmış’’ deyip kuvvet alırız bizi anlatan şiirlerden, cesaret buluruz ve şiir üzerinden edindiğimiz bu dostlukla acımız bir nebze de olsa hafifler ve ayağa kalkmaya çabalarız. Unutmayalım: İnsanı yaşamış olduğu acılar değil, acılar karşısındaki yalnızlığı yaralar.
Şiirin Aydınlatıcılığı
Viyanalı Psikanalist Sigmund Freud Cinsellik Üzerine Üç Deneme kitabında üç yaşındaki bir çocuğun yaşamış olduğu anksiyetenin nedenlerini analiz eder. Freud, çocuk ve teyzesi arasında geçen şu diyaloğu bizlere aktarır. Gece uyuduğu odada korkan çocuk teyzesine seslenir: “Teyzecim konuş benimle. Korkuyorum, çok karanlık’’. Teyzesi: “Ne faydası olacak” der, “beni görmüyorsun ki”. “Olsun” der çocuk, “biri konuşunca aydınlık oluyor.”2
İşte şiir yan odadan gelen ve odamızı aydınlatan o sestir. Bize güven veren sevdiklerimiz, sesini duymak istediklerimiz, bizi anladıklarını düşündüklerimiz yanımızda olmasa bile bazen onların sesiyle, mektuplarıyla, şiirleriyle cesaret buluruz. Şiir okudukça yalnızlığımız gider, varoluş kaygımız ve dünya endişemiz azalır; şair yazdıkça, bizler okudukça odamız, gönül karanlığımız aydınlanır.
Şair yazmaya devam eder, dilimizin ucuna gelip de söyleyemediklerimizi, bazen bilip de sustuklarımızı, ‘’benim de aklıma gelmişti aslında bu’’ dediklerimizi yazar. Düşünce ve duygularımıza özel biçimler ve anlamlar yükleyerek hislerimizi biricik kılar. Bizim kitaplarda okuyup sarıldığımız dizeler karşısında şair, ömrünün en güzel günlerini feda eder. Büyük bir işçilikle ve yitirdikleri ömürleriyle önümüze koydukları dizeler karşısında şairin kazandığı şey nedir peki?
Sartre: ‘’Şiir, yitiren kazanır oyunudur. Ve gerçek ozan, kazanmak için ölünceye dek yitirmeyi seçer’’3 diyor. Şairin ölene dek yitirip kazandığı şey bana göre bolca cesaret, kendisinin bile hesap edemediği kırgınlıklar ve dünyaya bir cevap vermenin doğurmuş olduğu zafer hissiyatıdır.
Şiir bazen de suçu şaire atmaktır. Hoşlandığımız ama bir türlü açılamadığımız o kişiye şiir kitabı hediye etmek; yazdığımız mektubun, mailin, mesajın sonuna bir iki dize iliştirmek; sosyal medya hesaplarımızda belki görür çaresizliğiyle birbirinden güzel dizeler paylaşmak kendimizi aradan çekip: ‘’Bak bunları ben değil, şair söylüyor ama ben de onun ortağıyım’’ demektir. Şiir ifade edilemeyen, utanılan, karşılık beklemeyen duyguların en saf ve şiddetli lisanıdır.
Dünyanın rengine kanmak istemeyen ve aklına yapacak daha anlamlı bir iş gelmeyenlerin sığındığı bir yuva haline gelen şiir insana bir nezaket, görgü ve hassasiyet katar. Şiir okuyan ve şiire gerçekten inan biri hak gözetir, kalp kırmamaya çabalar, düşkünün halinden anlar, iyi bir dinleyicidir, emanet ehlidir, kötü söz konuşmaz ve fenalık bilmez. Elbette hepimiz insanız ve kusurlarımız var ama şiir bu kusurlarımızı yavaş yavaş törpüler, bize daha iyi bir insan olma yolunda yardımcı olur, önümüzü aydınlatır.
Padişahın buyruğu değil şairin konuştuğu
Şair kırılmış ve hüzünlü bir kalp taşır. Dünyanın ettiğinden, insanların samimiyetsizliğinden, hayatın kendisine bir türlü vermediklerinden ya da verdiklerini de hızlıca elinden almasından usanmış bir kalple olup bitene anlam vermeye çalışan şair hayata karşı bir refleks gösterir ve şiir yazar. Şiir bir hayatiyet belirtisidir, her şeye rağmen şairin yaşadığını ve başına gelenlere bir cevap verdiğini gösterir.
Şair, şiir vasıtasıyla hayat destesinden hileyle kesilip önüne atılmış karta itiraz eder, masaya yumruğunu vurur, keskin gözleri ve sözleriyle muhatabına karşı çıkar. Masadan kalkar.
Şiir yazmak insana, dünyada hiçbir gücün parçalayamayacağı kuvvetli bir zırh giydirir ve gerçek şair gözünün gördüğü hiçbir şeyden korkmayarak şehrin meydanında kollarını iki yana açıp: ‘’Ben şairim peki ya siz kimsiniz?’’ sorusunu sorar. Tüccarlara, para babalarına, akademik kürsülerin arkasına saklananlara karşı şair hep dik durur, ezilip büzülmez çünkü gerçek hâkimiyetin kimin elinde olduğunu çok iyi bilir.
Kabadayıdır şair; beş parasız kalsa da, zavallı gibi görünse de, çelimsiz, kuvvetsiz, güçsüz dursa da sözünü esirgemez ve hep dik yürür, dik konuşur. Pazarlık etmez, minnet eylemez, rüzgâra göre dümen kırmaz, kimsenin adamı olmaz, boyunduruk altına girmez. Ayrık otudur şair, dedikodu kazanlarının kaynadığı masalara yaklaştığında ‘işte yine geliyor huysuz’ denilendir. Köyden kovulmaya çalışılandır yani, elbette onuncu köyün yolcusu.
Şiir size büyük bir masa ya da rahat bir koltuk kazandırmaz. Aksine, şairseniz altınızdaki tamir görmüş sandalyeyi bile çekmeye çalışırlar. Etkili tanıdıklarınız olmaz, biraz kafayı kullanırsanız maaşlı bir iş bulup ömrünüzün sonuna kadar faturaları alt alta yazıp toplarsınız. Fakat şairin altındaki o tamir görmüş sandalye yaldızlı tahtlarda oturan, arabalarına tırmanarak çıkan, kibir abidesi tipleri rahatsız eder. Çünkü bilirler ki tüm servetlerini de harcasalar o şairin yazdığı tek bir dizeyi bile yazamayacak, o şair kadar itibar göremeyecek ve dünyaya hakiki anlamda bir eser bırakmadan veda edip gideceklerdir.
İkinci Yeni rüzgârının estiği dönemde yaşamış (1954-1964) kaç tane bürokratın ya da zengin tüccarın adını hatırlıyorsunuz? Ama o dönemde yaşamış şairler kimdi deyince aklımıza hemen; Cemal Süreya, Turgut Uyar, İlhan Berk, Edip Cansever, Ece Ayhan geliyor. Şiir işte böyle tılsımlı bir uğraştır ve sokaklarda patronun ya da padişahın buyruğu değil şairin söyledikleri dolaşır. Yort savul!
Dünyada kalmak, ölümsüz olmak ya da dünyaya bir iz bırakmak kaygısıyla yaşamaz şair, bunun için ayrıca bir çaba sarf etmez. Şair zaten bununla görevli olduğunu bilir; varlığıyla, şiiriyle dünyada kalacağını hisseder ve buna inanır. Eğer bu inancı taşıyamıyorsa zaten şiir yazamaz, yazsa bile yazdıkları okunmaz.
Bencildir şiir, şairi herkesten kıskanır. Başka bir uğraş kabul etmez, ya şair gözüyle dünyaya bakarsın ya da yok olursun. Hem para kazanayım hem de şiir yazayım diyen şairleri terk eder şiir. Sürekli şiir düşünmenizi, şiir okumanızı, şiir konuşmanızı bekler. Reklama, imkâna, şöhrete meyleden şairden yüzünü çevirir, kendini unutturur.
Kendisine herhangi bir makam, görev, paye verilmeyen şair, çağın bizi sürüklediği karanlıkta şiirleriyle bir meşale yakar ve sadece şiirleriyle bizi aydınlığa inandırır. Bu inanç sebebiyle bizler şairleri takip ederiz ve bize bir yol göstereceklerine inanırız. Bunun nedenini Valery şöyle açıklar: ‘’Şairler hayatın kendilerine sunduğu sorulara sonsuz miktarda cevaplarla gelirler. Bu da nihayetinde onlara örtülü, epey bereketli bir zenginlik verir ki en küçük dürtüde ortaya hazineler, hatta dünyalar çıkar.’’4 Tam bu noktada Şair Süleyman Çobanoğlu’nun şu sözleri geliyor aklıma: ‘’Tavsiye almaya değmeyen adamlara kulak asmayın. Dünyayı anlamak için gazetecilerden faydalanmayın, gazeteciler bilge insanlar değildirler. Dünyayı şairlerden ve sanatçılardan öğrenin.’’5
Şair yol göstermeli ve bu gösterdiği yolda bize eşlik eden manayı da çoğaltmalı. Mananın çoğalması aynı zamanda kalbin genişlemesi ve ferahlaması demektir.
Osmanlı devrinde yaşayan Balıkesirli Şair Zati çevresindeki diğer şairler gibi kasideler yazıp padişaha sunar ve geçimini bu yolla sağlar. Şairlere sunulan bu yardıma caize adı verilir, caize Osmanlı İmparatorluğu için bir çeşit fikir ve sanat eserleri kanunu, edebiyatçının sosyal sigortası bir nevi. Sultan II. Bayezid bir gün kendi isteği üzerine devrin şairlerinden yeni yazdıkları gazelleri saraya getirip okumalarını ister. Bu şiirler huzurda okunurken, Zati’nin bir gazelinde ‘’Geldi ol zühd libasını kaba ettirici / Zahida başını çek hırkaya manendi keşef’’ (Soluk esvabını kaftan ettirici geldi / Ey zahit, başını kaplumbağa gibi hırkanın içine çek!) beytini duyunca, Sultan II. Bayezid başını kaldırır, şunları söyler: ‘’Allah’a kasem ederim, bak, dünyada mana tükendi derler, mana katiyyen tükenmez, hüner onu bulmaktır.’’ Evet, mana tükenmez ve şair o manayı bulmak için kendini tüketir.
Şair, bilene bilene tükenen bıçaktır. Anlamı çoğaltmak, dünyayı ve kalplerimizi genişletmek, utangaç bir delikanlının mektubuna ortak olmak, hayatın bir hayal olduğunu hatırlatmak için bir kansere tutulur ve şairin kanseri durdurulamaz, ne yazık ki dünya için kötü huyludur.
Dipnotlar
1) John Gianvito, Şiirsel Sinema – Andrey Tarkovski, (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2009), 99.
2) Sigmund Freud, Trois Essais Sur la Théorie Sexuelle, (Paris: Folio, 1998)
3) Jean Paul Sartre, Edebiyat Nedir, (İstanbul: Can Yayınları, 2005), 29.
4) Paul Valery, Şiir Sanatı, (İstanbul: Ketebe Yayınları, 2020), 26.
5) rasanet, (2019, Şubat 26). Süleyman Çobanoğlu – Naber (2009) [Video dosyası]. https://www.youtube.com/watch?v=hSi4Nku4ZbE adresinden elde edilmiştir.
Şiirleriniz tam da Nietzsche’nin dediği gibi ” İnsan yazarken sadece anlaşılmak değil aynı zamanda anlaşılmamak da ister.” Yalnız bazı yerler ele veriyor sanki,”İçinizde var mı tanıyan içimi?” Yalnızca şiirle görmüyoruz aslında yaralı ortak parçalarımızı. Birini dinlediğimizde, gerçekten dinlediğimizde berraklaşan yarayı görebiliyoruz, o yara içimizde bir yerlerdeki sızıyla aynı dili konuşuyor. Velhasıl insanlar olarak her birimiz farklı olsak da, içimizde bir yerler tanıdık birbiriyle, aynı belki de..
Çok güzeldi…. Dönüp dönüp okunacak bir yazı.Kaleminize sağlık.
Gökhan bey bu yazıyı yeni okuma fırsatı buluyorum gerçekten çok güzel anlatmışsınız ve ben inanıyorum ki bundan yıllar yıllar sonra sizi ve yazdıklarınızı önemseyenler olacaktır başarılar dilerim muhabbetle..