Bayramım imdi, bayramım imdi
Bayram ederler yâr ile şimdi
Hacı Bayram Veli
I
Bayram öncesi, mevsim kışa çalıyor. Soğuklar bastırmadan kalın bir mont alayım diyorum, henüz lise 1 talebesiyim. Babam emekli devlet memuru ama geçimimizi sağlamak için çalışmaya devam ediyor. Bulup buluşturup veriyor mont parasını bana, büyük bir heyecanla tırmanıyorum Tarlabaşı yokşunu, İstiklal’e gidip güzel bir mont alacağım. Hâlâ var mı bilmiyorum ama Collezione diye bir marka vardı o dönem, çoğu akranım için vasat bir markaydı ama benim için fazlasıyla lükstü. Odakule’ye doğru yürürken Mephisto’ya da uğrayayım diyorum. Kitapçıya girer girmez Can Yayınları’nın 9 ya da 10 kitaplık Albert Camus setini gördüm, indirim varmış, Yabancı’yı ilk kez okuyup çarpıldığım bir dönemdi. Büyük bir ikileme düştüm; bu muhteşem seti mi almalıydım yoksa kışın beni soğuktan koruyacak o montu mu?
Böyle anlarda hep kalbimi dinlerim, aklın canı cehenneme. Kitapları aldım, sanki dünyalar bana bahşedilmiş gibi mutluydum. Bir an önce Camus’nün o tuhaf ve bulanık dünyasına dalmak istiyordum. Fakat büyük bir sorunum vardı: Babama ne diyecektim? Adamcağızın gece gündüz çalışıp dişinden, tırnağından biriktirdiği ve bana mont almam için verdiği parayı tuhaf bir Fransız’ın kitaplarına harcamıştım.
Aradan iki gün geçti ve babam bir akşam sofradayken: “Oğlum mont alabildin mi?” diye sordu. Yer yarılsaydı da içine girseydim o an, kıpkırmızı kestim, elimdeki kaşığı yavaşça yere bırakıp cevap verdim: “Baba ben yanlış bir şey yaptım ve o parayla kitap aldım” dedim. Önce kaşlarını çattı, sonra tebessüm etti: “Bunun için mi sıkılıyorsun? Boşver. Senin üzülmene değer mi hiç, ben bir iki güne hallederim” dedi. İçimden bir şeyler kopup gitti o an. Boynuna sarılıp “aslan babam” demeyi o kadar çok istemiştim ki.
O bayram güzel bir mont ve kazak almıştı babam, kışın üşümeyeyim ve hiç üzülmeyeyim diye.
Şimdi en janti dükkanların önünden geçiyorum, montlara, ayakkabılara bakıyorum fakat artık hiçbirisi bir şey ifade etmiyor benim için, hiçbirinde gözüm kalmıyor, gönlüm kaymıyor. Ama çok üzülüyorum “senin üzülmene değer mi?” diyen babamı kaybettiğim için çok üzülüyorum. Şimdi, her şeyi elime yüzüme bulaştırsam da boyumu aşan hatalar yapsam da “senin üzülmene değer mi?” diyen bir babam yok ve bu yokluk dünyanın en büyük oyuğunu açıyor ruhuma.
Bayram, anasızlar ve babasızlar için hep zor geçer. Dünyada varacak, sarılacak, sığınacak kimsen yokmuş gibi hissedersin, yapayalnız. Bir an önce bu telaşın bitmesini istersin, daha az üzülmek, daha az hatırlamak, daha az özlemek ve ölmek için.
Sonra birden aklıma o dize geliyor: “Ölüm var ve sen her yerden dönülür sanıyorsun”.
Her yerden, yoldan, şehirden, dünyadan dönülmüyor. Ve insan bunu en çok bayramlarda hissediyor.
Akşam oldu. Bu bayram kimseyi arayıp sorasım yok. Son günlerde Rilke okuyorum bol bol, Duino Ağıtları ince çizikler atıyor gözlerime. Kendime kırgınım, hatta en çok kendime kırgınım ama şu dünyanın ettikleri de az şeyler değildi. Sızlanmak yerine her zaman kavga etmeyi seçtim fakat bir noktada gücüm tükendi ve tam da o esnada kaleme tutundum, kelimelerin gücüne sarıldım, yeni bilenmiş bir Çerkes kaması gibi hırsla ve ağız dolusu savurdum kelimeleri dünyaya. İşte yine kelimelere sarılıyorum, ayakta kalmak, devam etmek, sürdürmek ve o büyük yalnızlığı unutmak için yazıyorum.
Bir müddet daha…
II
Gözlerim telaşla açılıyor, henüz sokağa dökülmedi insanlar, yollar boş. Osmanbey’den Maçka’ya doğru yürüyorum. Park ıssız. Şapkamı başıma geçirip uzanıyorum çimenlere, uyku ve uyanıklık arasındayım, gün aydınlanacak, sanırım uyuyorum, bugün bayram.
Köpek havlamasıyla uyanıyorum. “Korkuttuk mu sizi delikanlı?” diye soruyor orta yaşı geçmiş bir hanımefendi. Saate bakıyorum, biraz daha vakit var, “keşke” diye cevap veriyorum “keşke”. “Erkencisiniz” diye muhabbeti sürdürüyor, mesleğimi öğreniyor ve konu bir şekilde reddettiği damat adayına geliyor: “Zaten çocuğun babası da yoktu” diyor. “Babası olmayınca insan nasıl olur ki?” diye düşünüyorum, yüzüm asılıyor, canım sıkılıyor, müsaade isteyip kalkıyorum.
Yol boyunca babamı düşünüyorum, bitmeyen tebessümlerini, Kamer Hatun’da kıldığımız bayram namazlarını, eve dönerken uğradığımız poğaçacıyı, o sabah keyifle yaptığımız kahvaltıyı, keşke şimdi yanımda olsaydı. Acaba benim ardımdan da böyle söyleniyor mudur: “Zaten çocuğun babası da yoktu”.
Babasız çocukları düşünüyorum, annesizleri, ailesinden onlarca kişiyi bir gecede kaybetmişleri. Evleri, odaları, en sevdiği gömlekleri, kitapları artık olmayanları, dünyada hiçbir şeyi kalmayanları ve onların uyandığı bu bayram sabahını. Keşke hepsine tek tek sarılabilsem, ellerini tutup “yaralanmışlar kardeştir” diyebilsem.
Bayram yorgunlara hem şifa hem de yara. Ama sanırım bu sabah ve bu bayram, biraz yara.
III
“Üşümesin diye üstünü örttüğünüz birinin cenazesine katılmadan dünyayı anlayamazsınız” diyordu Nuri Bilge Ceylan ve devam ediyor İsmet Özel: “Öyle yoruldum ki yoruldum dünyayı tanımaktan”. Dünyayı anlamaktan ve tanımaktan yoruldum, hatta sıkıldım. Buna kim, nasıl bir son verecek bilmiyorum fakat işler uzun süredir pek yolunda gitmiyor.
Dünyayı anlamaya başlayan arkadaşlarım oluyor, taze mezarların başında ilk bayram ziyaretlerini gerçekleştiriyorlar. Biliyorum o ilk bayram çok zor geçer ve şu an çok zorlanıyorsun, biliyorum. Keşke elimden gelse de içlerindeki acıyı biraz söndürebilsem. “Bu acı geçmiyor ama bir zaman sonra bu çıldırtıcı etkisi kayboluyor” diyebilsem.
Nasıldı o dizeler: “acı geçiyor / acı elbette geçiyor / acı çekmiş olmak geçmiyor.”
Hem de hiç.
hocam yine ağlattın aşk olsun
Üslubunuz ne kadar samimi, içten.. Sizin yazılarınızı okuyunca bir dost sıcaklığı hissediyor insan. Bir dostumuz, bir büyüğümüz sırtımızı sıvazlamış, acılarımız hafiflemiş, yüreğimize bir bahar esintisi gelmiş gibi.. Yazı yazmak size şifa oluyorsa yazılarınızı okumak bize şifa oluyor. Kelimeleri ustaca kullanıp ince bir işçilikle âdeta onları dokuyorsunuz.
Yüreğimize dokunan paylaşımlarınız iyi ki var!