Yaradan beni ne ardıç ne çınar ufarak çayır
Koşumun gıcırdar ölmek dilerim
Bağrım kaynıyordur yüklerim ağır
Süleyman Çobanoğlu, Tekfurun Kızı.
Vuruldum. Kendi evimde vuruldum. Her şey yolunda ve hepimiz güvendeyken vuruldum. İki bıçak, bir tornavida, bir de mermi yarasıyla tanış olunca vurulmanın ne olduğunu az buçuk anlayabiliyor insan. Size yemin ederim ki vuruldum. Ellerimle kapatacak, akan kanı durduracak bir yaram yok ama vuruldum. Bu, vurulmaların en kötüsü. Tümden vurulmak, vücudunun her zerresinde o acıyı hissetmek, varlığının bütünüyle sarsılması, acıyla inlemek için bile ağzını açamamak, kalbine dünyanın tüm hüznünün yüklenmesi ama susmak, dudaklarını ısırıp parçalamak, öylece orta yere uzanıp Allah’ın çaresizlerinden olmak, dua etmeyi unutmak ve evini, kendini, tüm iyi günleri. Size yemin ederim ki vuruldum. Bakın işte karşınızda gördüğünüz bu adam bütünüyle bir yara. Vurulmanın ardından açan bir yara. Ölmekten ve vurulmaktan oluşan bir yara.
İnsan bu yarayla nasıl devam eder peki? Ona bakanlar ne görür; bir pazar yerinde, meyve tezgahlarının önünde, çalışırken, not alırken, ağaç gövdelerini dikkatlice izlerken, mecburen gülerken, nezaket gösterirken, halat düğümlemeyi öğrenirken? Oysa onlar aramızdalar, kantin sırasında, akraba düğünlerinde, Whatsapp gruplarında, belki de oturma odamızda, hep oradalar, yanı başımızdalar. Tümden vurulanları kolay fark edemezsiniz topluluklarda çünkü herkesten daha çok “her şey yolunda” mesajı verirler çevrelerine ve uyum içerisinde yaşamaya çabalarlar. Çünkü artık korkulan olmuş, kervan dağılmış ve ne şimdiden ne de gelecekten bir umut kalmamıştır. Yapılacak tek şey artık yaşamaktır; yemek yemek, okula gitmek, işten eve dönmek, kötü esprilere gülmek ve tekrar gülmek. Gülmek kısmı önemli çünkü ne kadar çok gülerseniz insanlar size o kadar az “iyi misin?” sorusunu yöneltiyor ve iyi olduğunuza kanaat getiriyorlar.
Tümden vurulmuşlar için hayat artık biriktirilecek güzel günlerden değil bir an önce bitirilmesi gereken günlerden oluşur. Saatlerin, günlerin, haftaların ve yılların anımsattığı tek şey sona yaklaşmak ve sonlanmak, belki de sırlanmaktır. Bir şey olur ve insanın zamanla kurduğu ilişki kopar, günleri değil de artık saçındaki beyazları, göz kenarlarındaki kırışıklıkları, ağrıyan kemiklerini saymaya başlar. Ne mutlu bize Tanrım, ne mutlu ki ölmek var, ağrıların, aşkların ve sevmelerin bir sonu var; yeniden ne mutlu bize Tanrım, bize bir ölmek yarattın ve üstelik bunun sorumlusu biz değiliz. Bir de şu yaşamak olmasa.
Peki nasıl devam edeceğiz şimdi? İnsan tepeden tırnağa, tümden vurulmuşken bu yara koleksiyonuyla nasıl devam eder? İnsan kendini teskin etmek için cevabını bilse de bazı soruları tekrar tekrar sorar, kendisine ve çevresine. Nasıl devam edeceğimizi elbette biliriz, sadece tetiği çeken o eli bir daha göremeyecek olmanın gerçekliğiyle yüzleşmek istemeyiz çünkü özleriz. İnsan en çok kendine tetik düşüren elleri özler ve unutmaz, o ellerin sahibini ömür boyu unutamaz. Unutmayalım. Hiç.
Kavga bitti ve de savaş. Façamız o biçim dağıldı. Dümdüz olduk. Şehrin orta yerine diz çöküp nereye döneceğimizi tartışıyoruz şimdi. Atlarımız ve taze meyvemiz yok, bitmeyen borçlar, hayal kırıklıkları ve alaycı gülümseyişler var üzerimizde. Bir savaştan daha mağlup ayrılmanın şerefli yalnızlığı. Tanrım yenilmek diye bir şey olmasaydı nasıl büyürdü insanın kalbi, nasıl şekil alırdık dövülmeseydik eğer hayatın demir örsünde ve ben kim olurdum, neyden yapılırdım olmasaydı yenilmek?
Nereye döneceğimi bilmiyorum. Kendime gelmek, ağzımdan akan kanı silmek ve aynaya yeniden bakabilmek için nereye gideceğimi bilemiyorum.
Kasımpaşa’da çorba içiyoruz Muzaffer Serkan Aydın ve Soner Karakuş’la beraber. “Efendim, duyamadım” diyorum dolu gözlerimi yerden kaldırarak. “Burada kalamazsın ve başa dönemezsin / Gitmek zorundasın. İsmet Özel, Of Not Being A Jew.” diyor Serkan Aydın. Babamın hastane raporunu ilk Serkan abiye atmıştım, kanserden ne yazık ki en iyi o anlar diye “anneye sahip çık Gökhan’ım, geliyorum hemen” demişti. Babam öldüğünde de ilk Soner abiyi aramıştım işten eve dönerken, ölümden en iyi o anlar diye. Neredeyse benimle beraber kavuşmuştu eve ve babamın cansız bedenini 5 kat indirirken cenaze arabasına, battaniyenin bir ucundan da o tutuyordu. Öğrendim ki edebiyat insana sadece estetik bir doyum sunmuyor, aynı zamanda sarsılmaz yol arkadaşları da kazandırıyor.
İşte yine beraberiz, peki ne için? Yıllardır beraberiz ve birbirimizi suskunluğumuzdan tanıyoruz. Ben anlatmasam da anlıyorlar bu sefer ne için sustuğumu. Serkan Aydın “yeni şiir var mı?” diye soruyor “var” diyorum başımı yerden kaldırmayarak. Üçümüz de biliyoruz ki insanın yaralandığı yerde mutlaka şiir vardır. Şöyle yazmıştı Soner Karakuş: “Yarayı aldık, kurşun içerde kaldı” ve Muzaffer Serkan Aydın: “Şimdi biri çıkıp vursa beni / İnan kendini daha çok yaralar”.
Sessizlik.
Hayat bazı anlarda fazlasıyla vazgeçilebilir gibi geliyor insana. O büyük idealler, öğretiler, sözler, hayaller hepsi önemini ve değerini yitirip koca bir boşluğa dönüşebiliyor. Bu fazlasıyla korkutucu çünkü elinizi atıp tutacak hiçbir şey kalmıyor ve zihninizde yankılanan tek şey gitmek oluyor. Gidersek her şey çözülecek ve her şey daha kolay olacakmış gibi hissediyor insan o anlarda. Oysa kalmak gibi gitmenin de bir bedeli vardır, bazen size bazen de sizden sonrakilere ödetilen bir bedel. Dünyada kalmak ve kalmaya devam etmek büyük bir meydan okuma ve cesaret isteyen bir iştir. Her şeye göğüs gerip her akşam o yatağa girmek ve tüm bu saçmalıklara rağmen her sabah uyanıp dünyaya koyulmak büyük bir kuvvet ve cesaret ister. Ama biliyorum ki insan bazen yorulur, hatta bazen yorgunluğun ta kendisi olur. Böyle anlarda devam etmek her şeyden daha zordur, biliyorum, ama bu zorluğa göğüs germek gerekiyor. Bazen bizi dümdüz etmesi, bazen de o zorluğun üstesinden gelmek için göğüs germek gerekiyor.
Bazen düşünüyorum, her şeyden vazgeçmek değil, her şeyden vazgeçebilme ihtimaline ve gücüne sahip olabilmek insana dayanma, devam etme gücü veriyor. Devam edeceğiz.
Devam edeceğiz çünkü bu aldığımız ilk yara değil ve son da olmayacak. O son yarayı alıp yerle bir olana kadar devam edeceğiz. Sokaklarda, yoksul kasabalarda, berbat otellerde, 2+1 giriş kat evlerin oturma odalarında paramparça olana kadar devam edeceğiz. Sana söz parçalanacağız.
Üzgünlük her zaman yavaşlatmaz ve hareketsizleştirmez insanı, bazen de üzüntü bitip tükenmek bilmeyen bir enerji verir insana, her yere koşturursun, her işi yaparsın, her yerde olmaya çalışırsın çünkü bilirsin ki durduğun an kendinle ve yaşadıklarınla baş başa kalacaksın, daha çok üzüleceksin, keşkeleri ve acabaları daha derin düşünmeye başlayıp derdine yeni dertler ekleyeceksin. İşte bu yüzden üzüntülü insanları bazen herkesten daha çok hareketli görürüz, yaşadıkları olayı atlattıklarını ve iyileştiklerini düşünürüz. Ama bu gerçek bir iyileşme değildir. Bilirsiniz, ölüm döşeğindeki hastalar ölümlerine yakın canlanır ve toparlanırlar, buna ölüm iyiliği denir.
Sevinebilirsin, şimdilik iyiyim.
Bazen tüm gücümüzü ve dikkatimizi biri olmak, bir şey olmak ve bir şeylerden uzak durmak için harcarız. Onun için çalışır, çabalarız, yıllarca. Fakat kaderin tuhaf bir oyunudur ki insan hep olmak istemediği o şeyle suçlanır, imtihan olur. Tüm hayatımızı harcadığımız ve bin kere düşünüp bir kere adımladığımız dünya, bizi bu kirli sokaklara mı getirecekti yani? Bunları mı duyacaktık yani filmin sonunda? Bu muydu uğruna yaşamayı göze aldığımız, canımızı peşimiz sıra sürüklediğimiz dünya?
Kaçtığın her şeyin seni eliyle koymuş gibi bulması ne tuhaf. Kaçmak üzerine düşünürken aklıma Deleuze’ün kaçış çizgisi kavramı geliyor. Diyaloglar’da şunu söylüyor Deleuze: “Kim bize bir kaçış çizgisi üzerinde bütün kaçtıklarımızı tekrar bulamayacağımızı söyleyebilir? Sonsuz ana babadan kaçarak, kaçış çizgisi üzerinde Oidipus oluşlarının hepsini tekrar bulmuyor muyuz? Faşizmden kaçarken kaçış çizgisi üzerinde faşist katılaşmalara yeniden rastlıyoruz. Her şeyden kaçarken, nasıl anavatanımızı, iktidar oluşlarımızı, alkollerimizi, psikanalizlerimizi, ana babalarımızı yeniden oluşturmadan kaçabiliriz?”1
Kaçamadık.
Dün sabah bir şiir okudum, erken vakitte. Osman Konuk: “Kendi en yükseğinden itilince herkes incinir” diyordu. Telefonu çıkartıp mesaj attım kendisine ve çok geçmeden cevap geldi, şöyle diyordu mesajın sonunda: “devam edeceğiz kardeşim”. Peki Çince’den bile zor olan bu yaşamaya nasıl devam edeceğiz Osman abi?
En derin oyuğu hep en sevdiklerimiz açar kalbimize çünkü aşkta olduğu gibi acıda da geçiş üstünlüğü vardır sevilenin. Ama yine kırılıyoruz, bir daha toparlanmamak üzere kırılıp dağılıyoruz. Üzüldüğümüz şey dağılmak değil de onun elinden dağılmak oluyor, keşke başkası yapsaydı bunları, keşke başkası söyleseydi de ondan duymasaydım deriz. İnsanı acıtan vurulmak değil, sevdiği tarafından vurulmak oluyor aslında. Ve bu vurgun, içinde en çok hayal kırıklığını barındırıyor, geçmişin ve gelecek güzel günlerin derin ve telafisi mümkün olmayacak hayal kırıklıklarını.
Ama olsun, biz, bize çatan belaya değil, belanın kimden geldiğine dönüp bakmayı çok önceden öğrendik. Belamızı yine çok güzel yerden bulduk, yaramızı o beyaz eller açtı. Hepsine kabul, hepsine olsun.
Senin güzel canın sağ olsun.
En çok da senin o güzel canın sağ olsun ulan.
İstanbul’un ve dünyadaki tüm İstanbulların bu eylül akşamına ve olanlara, maruz kaldıklarımıza: https://youtu.be/U5MlNk3LLaM
Dipnot
1) Delueze, G. ve Parnet, C. (1990). Diyaloglar. Ankara: Bağlam Yayıncılık.
Fotoğraf
Elliott Erwitt, Budapeşte, Macaristan, 1964.
Gökhan hocam bazen sizi hiç tanımasaydım, okumasaydım diye düşünüyorum. Dünya o zaman daha kötü bir yer olurdu benim için. Çünkü sizin birçok yaralı ruhu anladığınızı düşünüyorum. Lütfen yazmaya devam edin. Lütfen
biz;kurumuş kütükten çıkan çiçeğin rabbine inananlar,kırılmakla tükenmeyenleriz. efkârından,kâr edenleriz. yaralarımızdan sızan kan keyfimizi bozmayacak yahut büsbütün yara olmamız. biz şükredenlerden olacağız rabbim. sen öyle sevdiğin için,öyle olacağız. sırf sen memnun ol diye rabbim,her şeye rağmen çok şükür diyenlerden olacağız. ve yine çok sevenlerden. ateş içinde gül bahçesi bulan ibrahimin rabbi beni gülsüz bırakmaz,diyenlerden olacağız. biz ‘olacağız’ rabbim, sen ‘ol’ dediğin için olacağız.
iyi ki yazıyorsunuz