Geceyi seyrede seyrede öğrendim ki ışık insanın içinde yanmıyorsa yüzüne vurmuyor.
Şükrü Erbaş
Peki ömrümüzün inmekle bitmeyen bu yokuşlarını ne yapacağız şimdi? “Elbet sonu gelecek, biraz daha sabredeyim” deyip dişimizi biraz daha sıktığımız, göz altlarımızdaki çukurları biraz daha derinleştiren o yokuşlarla nasıl baş edeceğiz bu yorgun bedenlerimizle? Sadece yorgun demek haksızlık olur: Yorgun ve parçalanmış. Şehrin her bir sokağına gömülmüş bir parçası. Aldatıldığında, işten kovulup eve yaya döndüğünde, onu başkasıyla ilk kez gördüğünde, sevdiklerin birkaç kez aynı odada öldüğünde, tersoluktan en yakın arkadaşının nikahına gidemediğinde, her kar yağdığında aynı pencerenin dibinde çiçek açtığında ve onun bunu bir kez olsun görmediğinde parçalandı bedenin. Bugün her parçasını ayrı bir mahalleye, ayrı bir sokağa gömdüğün bedeninle hayatını sürdürmeye çalışıyorsun ve işin ilginç tarafı bunu başarıyorsun da.
İnsan ne tuhaf değil mi? Nasıl da dayanıklı, nasıl da düştüğü yerden kalkıyor, üstünü başını silkeleyerek sağlam bir küfür savuruyor başına gelenlere ve devam ediyor. Sen de öylesin. Sen de öylesin çünkü hâlâ buradasın, hâlâ çekip gitmedin. Çingene çocuklarından duymuştum ilk “it gibi inatçı” derlerdi kolay vazgeçmeyenlere. Sendeki de böyle bir inat işte, bırakmıyorsun, devam ediyorsun. Hayatın o kirli elleri yakana yapışmış, leş kokan ağzıyla çaresizliğini yüzüne haykırıyor ama sen gözlerini kısıp hafiften tebessüm ederek korkusuzca karşı geliyorsun olup bitene. Ayakların yere sağlam basıyor, kaçmak için değil, burada kalmak için, kalıp dünyanın daha ne tür musibetlerle kapını çalacağını görmek, olmuşlara ve olacaklara ayak diremek için. Peki bu gücü kimden alıyorsun? Çelimsiz, küçük vücudunla tüm bu kazalara, belalara nasıl dayanıyorsun? Sana tavsiyem bu sorulara vereceğin yanıtları ömür boyu avucunun içinde sıkı sıkı sakla ve düştüğünde, pes edeceğinde, her şeyi bırakıp kaçmak istediğinde yeniden hatırla.
Hatırla ey insan; bu kapıldığın, evinin barkının talan olduğu ilk tufan değildi, ilk kez aldatılmadın, ilk kez yalnız kalmadın, ilk kez ölmedi sevdiklerin ama sen ayakta kaldın, devam ettin ve bugüne geldin.
İnsanın en büyük marifeti türlü kazalardan, belalardan sonra talan olmuş yuvasını yeni felaketler için yeniden inşa etmesidir. Zorluğu, kötülüğü bilip o kara günlere şimdiden hazırlık yapmasıdır. İşte tam da bugün o zor zamanlar için hazırlık yapman gerekiyor. Görünen o ki sığındığın kalbinin ve evinin tüm odaları talan edilmiş. Özenle ve bin bir emekle kurduğun hayatın, aşkın, umutların, belkilerin, evinin ve kalbinin çok uzağına savrulmuş. İçinden “bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, bir daha asla o günlere kavuşamayacağım” diye geçiriyor olabilirsin. Doğru, tüm bunlar ihtimal dahilinde fakat sana düşen yeniden bahçeni temizlemek, is tutmuş gönlünün duvarlarını yeniden beyaza boyamak, pencereleri ardına kadar açıp baharın içine dolmasına müsaade etmek.
Biliyorum hiçbir şey istediğin gibi olmadı, hiçbir şey beklediğin gibi gitmedi hayatta. Her şeyin daha rahat, daha kolay olacağı bir yaşam bekliyordun. Hep güneşli günler olacaktı ömründe, geniş bahçeler. Sevdiklerin gitmeyecekti, inandıkların hep yanında kalacaktı ama olmadı. Şimdi ömrünü tükettiğin bir işte, iki üç kuruş kazanıp muhannete muhtaç olmamak için çalışıyor, berbat bir apartman dairesinde karşındaki diğer bir berbat apartman dairesinin huzursuzluğunu izliyorsun. Şunu sakın unutma sevgili dostum; insanın alnına yazılan mutluluk, rahatlık ya da huzur değildir, sadece yaşamaktır. Bize düşen, yazgımız ne olursa olsun yaşamaya devam etmektir. İyi ya da kötü, mutlu ya da mutsuz yaşamaya devam etmektir. Kimseden o geniş bahçeler, mutlu günler için söz almadık. Canları sağ olsun, yazgımız o güzel anları yaşamayalım, dünya gözüyle rahat bir gün görmeyelim diye yemin etmiş gibi. Olsun. Bunun için kimseye küsecek, surat asacak değiliz ama. Neyse…
Tüm bunlar yaşanırken ne halde olduğunu da görebiliyorum. Sağlığın giderek kötüleşiyor, sofrada daha az yemek yiyor, daha az gülümsüyorsun insanlara. Oysa herkes seni o papatya gibi gülümseyişinle tanırdı değil mi? “İmkân olsa da kimsenin beni tanımadığı bir yere gitsem ve bir daha hiç dönmesem” diye geçiriyorsun içinden. Bazen de kendi adını bile unutmak istiyorsun, kimse sana seslenmesin, kimse senden bir şey istemesin diye. Bu dünyaya hiç gelmemiş olmayı isterdin, hadi geldin diyelim bari çöldeki bir kum tanesi olsaydın ya da yüce dağ başında asırlık bir kaya parçası olsaydın değil mi?
Fakat hayat böyle bir yer değil, bu dünyaya geldik ve tam da kavganın orta yerinde, göbeğinde doğduk. Ya hu onca duanın, yakarışın hatırına, biri bizi azıcık kenara alsın, bir yudum su versin, kavgadan öteye taşısın diye bekledik ama biz böyle umdukça yaşamanın en ateşli yerine sürdüler bizi. Oysa biz de etten kemikten yaratılmıştık. Bizim de annemiz, babamız vardı, biz de sevmiş ve sevilmiştik nihayetinde ama dünya bize üvey evladıymışız gibi davrandı. Neden böyle oldu, anlamadık.
Dedik ya tüm bu olanlar sebebiyle hakkımız bile olsa kimseye surat asmayacağız, küsmeyeceğiz, ummayacağız ve beklemeyeceğiz. Yaptığım işin bana öğrettiği en önemli şeylerden biri de şu oldu: Derman sendedir, şifa sendedir. Düştüğünde kimse seni kaldıramaz, kimse seni iyileştiremez ancak sen istersen ayağa kalkarsın, sen istersen iyileşirsin. Ötekiler sadece yol gösterir, rehberlik eder ama tüm mesuliyet sana aittir. Bizler ancak yaşamış olmanın mesuliyetini olgunca kabul edersek ve omuzlarsak şifa bulabiliriz, iyileşebiliriz. İşte tam da bu yüzden kimseye bel bağlamadan, kimseden ummadan, beklemeden bir hayat inşa etmeliyiz kendimize. Elbette insan bir ötekine muhtaçtır, uzanacak bir yardım eline ihtiyaç duyar fakat sen yine de dermanın sende olduğunu hiç ama hiç unutma. Fırtınanın ne yönden eseceğini ve kimi alıp götüreceğini asla bilemeyiz.
Büyük bir sabırsızlıkla tüm bu olanların ne zaman sonlanacağını bekliyorsun, merak ediyorsun. Buna verecek bir cevabım yok, belki bir ömür boyu böyle sürecek, belki de saatler sonra beyaz bir haber ile hayatın taze bir bahara kavuşacak. Ama sen her şeye rağmen mutluluğu istiyorsun, biliyorum.
Sevgili dostum; dünyaya gelirken hiçbirimiz sonsuz mutluluk, daimi huzur, baht açıklığı ya da maddi rahatlık için bir sözleşme imzalamadık. Kimseden işlerin yolunda gideceğine dair bir garanti ya da söz almadık. Sadece doğduk. Geldiğimiz bu dünyada mutluluk kadar mutsuzluğa da yer vardı, hem de fazlasıyla. Ama biz hep kolaya kaçıp mutlu olmak istedik. Gülmek, sevilmek, kazanmak, başarmak, iyi hissetmek, güzel görünmek istedik. Oysa dünyada ağlamak, sevilmemek, kaybetmek, yitirmek, kötü hissetmek, güzel görünmemek de vardı. Ve mutluluk kadar mutsuzluk da bu dünyaya aitti, bu dünyanın parçasıydı. Biz bu parçayı reddediyoruz. Dünyanın tamamını kabullenmek yerine karanlık ve zor kısmını görmezden gelip kendimizi sonsuz mutluluğun kollarında bulmak istiyoruz.
Taşıdığımız ve henüz tekâmülünü tamamlayamamış ham ruh daimi olarak kendisine haz veren, zorluk yaşatmayan, çaba harcatmayan, soru sormayan mutluluğu istiyor. Fakat bir denge üzerine kurulu bu dünyanın karanlığı beyhude bir oluş değildir. Şahsiyetimize ve ruhumuza biçim veren, budaklarımızı düzleyen, zorlukların karşısında dik durmamızı sağlayan, yenile yenile kazanmayı değil, yenilgiler karşısında onurlu bir şekilde durmayı öğreten, rahatımızı kaçırıp hayatın anlamına dair sorular sormamızı sağlayan, sanatın durgunluğunu kırbaçlayan dünyanın karanlığı ve zorluğu bizi dünyada tam eyler, insan kılar.
Evet, biliyorum. Bazen dünyanın sadece karanlık yüzüyle muhatap kalıp sonsuz bir mutsuzluk içerisinde gün yüzü görmeden yaşayıp gidiyoruz, belki de hep böyle gideceğiz, bilmiyorum. Fakat bildiğim, gördüğüm ve şahit olduğum bir şey var: İnsan dünyanın karanlığına dayandıkça, ayak diredikçe, tahammül ettikçe büyüyor ve gelişiyor. Hayatın anlamını fark edenlerin, etraflarına kol kanat gerenlerin, kriz anlarında ayakta kalanların, pes etmeyenlerin, düşmanlarının gözüne korkusuzca bakıp tebessüme edenlerin ve düştükten sonra üzerindeki tozu silkeleyip yola devam edenlerin dünyanın karanlık ve zor yüzüyle hemhâl olduklarını iyi biliyorum.
Bize düşen sızlanmak değil, payımıza düşeni kabul edip yaşamaya çalışmak. Başımıza gelen türlü musibetler sonrasında kendimize: ‘’Bu musibetten ne öğrendim?’’ sorusunu sormak. Pes etmenin, ilk yumrukla ringe havlu atmanın, vazgeçmenin, geri dönmenin en kolay ve faydasız yol olduğunu akılda tutmak. Bu sayede ne zaman vazgeçeceğimizi tecrübeyle öğrenmek, kendimizi ve vaktimizi hak etmeyen kişilerde, yerlerde tüketmemek ve yeniden devam etmek. Belki yorgun, belki çaresiz, belki parçalanmış, belki de umutsuz ve yarım kalmış bir şekilde devam etmek.
Devam etmenin şifasına inanıyorum, mutsuzların boş boş baktığı o noktanın dünyayı tamamladığına inanıyorum. “Bizim de payımıza bu düştü, nasip” deyip çıkılan yolların bizi elbet bir gün kurtaracağına, kurtarmasa bile bu şerefli yürüyüşün kendisine inanıyorum.