Tüm belalar, yalnız kalma yeteneğimizin olmayışından gelir başımıza.
La Bruyère
Tabiata meydan okuyan, uzayda araba uçuran, gezegenlere şehir kurmaya başlayan ve teknolojiyi putlaştıran insanın çaresiz kaldığı bir salgınla baş başa kaldık. Sosyal, doğal, matematiksel ve uygulamalı bilimlerin o destansı birikiminin bize önerdiği tek şey virüsten kaçın ve evlerinizden çıkmayın oldu. Atalarımızın doğada vahşi bir hayvan gördüğünde vermiş olduğu savaş, kaç ya da don tepkileri bugün o muhteşem pozitivist anlayışın bize sunduğu tek çare. Üstün insanın tarih boyunca ilerlemesi, gelişmesi, doğaya hakim olması tam olarak böyle bir şey miydi?
Birbirinden kıymetli bilim insanlarımız elbette ki Koronavirüs salgınına karşı laboratuvar ortamlarında bizleri kurtaracak bir tedavi yöntemi geliştirip insanlığın bu hastalıktan kurtulmasına vesile olacaktır, buna inancımız tam. Burada vurgulamak istediğimiz temel mesele dünyaya; siyasetle, bilimle, teknolojiyle hükmettiğini düşünen insanın aslında hâlâ aciz ve çaresiz olduğu.
Bilim insanları evlerinize saklanın dedi ama bir sorun var; evlerimize saklandıktan birkaç gün sonra canımız sıkılmaya başladı. İlk günler kısmen eğlenceliydi fakat sonra o eğlence bulutları dağıldı ve sosyal medyada bir mahkum gibi karantina günlerini saymaya başladık. Birbirimize meydan okuduğumuz, tuvalet kağıdı sektirdiğimiz, ekmek pişirdiğimiz fotoğraflar, videolar paylaşmaya başladık ama kısa süre sonra yine sıkıldık.
Can sıkıntımız bir türlü geçmiyordu ve tüm enstrümanlarımızı kullanmıştık artık. Bu sefer tanıdığımız ya da tanımadığımız insanların can sıkıntısını gidermek için neler yaptığını merak ettik. Etrafımızı: ‘’Netflix’te izlenecek dizi önerisi olan var mı? Hangi filmleri, kitapları önerirsin?’’ diyen insan toplulukları sardı. Yaşadığımız bu karantina süreci durmaksızın bir şeyler izlemeye, bir şeyler dinlemeye ve bir şeyler okumaya kendini adamış insanların sayısını hızla arttırdı. Sürekli bir şeylerle meşgul olma halini bir entelektüel faaliyet basitliğine indirgemenin de pek sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Buradaki temel gerçeklik ve problem bu insanların kendileriyle baş başa kalmaktan korkması ve bu korkuyla, can sıkıntısıyla yüzleşmemek için sürekli olarak kendilerini meşgul etmeye çalışmasıdır.
Can sıkıntısı dediğimiz şey aslında içimizdeki boşluk ve anlamsızlıkla yüzleşme korkusudur. Bu korkuyla baş edebilmek için de dijital ebeveynlerimiz Netflix’e, Youtube’a ya da sosyal medyadaki okuma, izleme önerilerine sığınıyoruz. Çünkü hiçbir şey yapmadan durup kendimize dair düşünme yetimiz elimizden alındı. Sürekli olarak okumamız, izlememiz, dinlememiz, takip etmemiz, satın almamız isteniyor. Oysa okuduklarımızı, izlediklerimi ve dinlediklerimizi hayatımıza tatbik edebilmemiz için yavaşlamaya, durmaya ve düşünmeye ihtiyacımız var.
Hiçbir şey yapmamak, boş boş oturmak, sadece uzanıp tavanı seyretmek, camdan başımızı uzatıp gelen gideni izlemek bile insanı dinlendirir, ruhuna ve çevresine şifa verir. Hasan Ali Toptaş’ın bir röportajında: ‘’Yeryüzü yeterince gürültülü. Bazen yazmamak bile edebiyata katkıdır. Hatta o yazarın, kendi edebî macerasına da katkıdır yazmamak.’’ cümleleriyle anlatmaya çalıştığı şey biraz da budur aslında, bir şeyler yapmadan, hareket etmeden, sadece durarak kendimize ve dünyaya katkı sağlamak.
21. Yüzyıla kadar durma güdüsü her yerdeydi fakat artık durmayı bir eksiklik olarak nitelendiriyoruz, hızlanmalı ve hareket etmeliyiz. Şaşıfelek Çıkmazı isimli bir dizi yayınlanırdı TRT’de, bütün hafta dizinin yeni bölümünün yayınlanmasını beklerdim. Büyük bir mutlulukla o bölümü izler bir dahaki hafta yeni bölümünü izlemek için sabrederdim. Oysa şimdi dijital platformlarda sevdiğiniz bir dizinin tüm bölümlerini ve hatta sezonlarını bir gecede zahmetsizce izleyip bitirebiliyorsunuz. Zahmetsizce diyorum çünkü yeni bir bölümü ya da sezonu izlemek için her seferinde yerinizden kalkıp bir şeylere tıklamak zorunda kalmıyorsunuz. Netflix’in 2012 yılında kullanmaya başladığı Post Play teknolojisi ile bölüm bittikten sonra diziye ait tüm bölümler sırasıyla otomatik olarak oynamaya başlıyor ve yaşamış olduğunuz haz hiç kesilmiyor, durup beklemeye gerek kalmıyor. Aynı şekilde Youtube’da sevdiğiniz bir sanatçıyı dinledikten sonra otomatik olarak o sanatçının başka eserleri çalmaya başlıyor. Instagram’ın keşfet bölümü, Twitter’ın gündem başlıkları, Facebook’un haber akışı hiç durmuyor, siz yeniledikçe yenileniyor ve kendinize dair durup düşünmeye vaktiniz kalmıyor.
Çevrenizdeki gençlere ve çocuklara bakın. Canım sıkılıyor kelimesini ne çok kullandıklarına dikkat edin. Özellikle çocukların ebeveynlerine sık sık suçlayıcı bir dille ‘’canım sıkılıyor’’ dediklerini göreceksiniz. Sanki tüm dünya onları eğlendirmek, mutlu etmek zorundaymış gibi hareket ediyorlar. Buradaki en büyük payın çocuğa tabletle, telefonla, televizyonla yemek yediren, çocuğun üretmesi ve kendisini tanıması için sıkılması gerektiğini duymazlıktan gelen ve çocuklarını oyuncak yığınları içinde yalnızlaştıran ebeveynlerin olduğunu da unutmayalım.
Can sıkıntısının psikolojik kökenleri
Sürekli olarak evde canının sıkıldığını ve giderek kötü hissettiğini söyleyen dostlarımızın karşısına Schopenhauer’in sarsıcı aynasını yerleştirelim öncelikle: “İç dünyası zengin bir insan, her şeyden önce acı çekmemeye, kendini ihmal etmemeye, dinginliğe ve kendi başına kalmaya yönelecektir (…) Çünkü bir kişi kendinde ne çok şeye sahipse, dışarıdan o denli az şeye gereksinir ve ötekiler de o denli az onun olabilirler. Buna karşılık öteki aşırı uçtaki kişi, sıkıntıya düşer düşmez hemen ne pahasına olursa olsun oyalanmayı ve topluma karışmayı isteyecektir ve her şeyle kolaylıkla yetinecek, kendi kendisinden kaçtığı gibi kaçmayacaktır onlardan. Çünkü, herkesin kendine döndüğü yalnızlıkta, bir kişinin kendinde neye sahip olduğu ortaya çıkar: İşte aptal adam, kendi zavallı bireyselliğinin sırtından atamayacağı yükü altında inim inim inliyor; öte yanda yüksek yetenekli kişi, en ıssız ortamı bile kendi düşünceleriyle şenliklendiriyor ve canlandırıyor. Bu yüzden Seneca’nın söylediği çok doğrudur: Omnis stultitia laborat fastidio sui (Aptallık kendi kendisinden bıkmaktan mustariptir.)”1
Salgın sebebiyle vaktini evlerinde geçirmek zorunda olan insanların yaşamış olduğu can sıkıntısının temel nedeni içlerinde kendilerine bile itiraf edemedikleri, yazılmasından ve üzerine konuşulmasından rahatsız oldukları/olacakları içsel boşluklarıdır. Bugüne kadar hayatını kafelerde, lokantalarda, arkadaş toplantılarında, konserlerde, tribünlerde, altın günlerinde, kaydırmalı Instagram postlarında, iPhone çekilişlerinde geçiren ve hayatını bunun üzerine inşa eden insanların sahip oldukları illüzyon ellerinden alınınca büyük bir boşluğa ve can sıkıntısına yakalandılar. Heidegger bu nedensiz can sıkıntısını varlığın, insanın ayağının altından kayıp gitmesi olarak tanımlar. Varlık gider ve hiçlik ortaya çıkar. Fakat burada asıl sorun bugün Instagram’da tuvalet kağıdı sektiren modern insanın varlık diye adlandırdığı şeyin temelde ‘hiç’ olmayacak kadar ucuz ve sahte olması. Trilyonluk arabalar, tamtur pırlanta yüzükler, her şey dahil Avrupa seyahatleri, etin tokatlanarak servis edildiği lüks lokantalar makarna ve tuvalet kağıdı karşısında yenildi, değersizleşti. Çünkü saydığımız bu şımarıklıkların hiçbiri insana ait ve işe yarar bir gerçeklik değildi, ölüm korkusu karşısında hiçbir işlevselliği yoktu ve asla olmayacaktı. Ne yazık ki tüm dünya bugün uğruna her şeyimizi feda ettiğimiz, üzerine şahsiyetimizi, kültürümüzü ve anlam bütünlüğümüzü inşa ettiğimiz her şeyin aslında koca bir hiç olduğunu gördü ve büyük bir hayal kırıklığı ile beraber derin bir can sıkıntısına tutuldu.
Ünlü psikanalist Erich Fromm insan beyninin sürekli olarak uyarılmaya ihtiyaç duyduğunu söyler. Uyaranları basit uyaranlar ve harekete geçiren uyaranlar olarak ikiye ayırır. Acıkmak, susamak, haz almak ya da yaşamına yönelik tehditleri algılamak ve bunlara tepki vermek basit uyaranların etkisiyle gerçekleşir. Kişi bu uyaranlara tepki verirken bedensel bir tepki vermiş olur. Ancak harekete geçiren uyaranlarda, kişinin zihni etken ve üretken bir halde tepkide bulunur, düşünür, üretir ve çabalar. Harekete geçiren uyaranlar, bir roman, şiir, fikir, manzara, müzik ya da sevilen bir kişi olabilir. Bu uyaranlardan hiçbirisi basit bir karşılık üretmez; bu uyaranlar kişi ile etkin bir bağ kurarak, kişiyi daha çok farkında olmaya teşvik ederek ve onu daha çok uyararak karşılık vermeye çağırır.
Fromm’a göre, bu iki uyaran türü arasında çok önemli farklar vardır. İlk olarak basit türden uyaranlar belli bir eşiğin ötesinde yinelenirlerse etkilerini yitirirler. Yeniden uyarıcı haline gelebilmek için ya şiddetleri arttırılmalı yahut içeriklerinin değişmesi gerekmektedir. Harekete geçirici uyaranların ise farklı bir etkisi vardır. Bu uyaranlar aynı kalmazlar ve bu uyaranlara verilen üretken karşılıktan dolayı her zaman yeni ve değişkendirler. Uyarılan kişi, uyaranlarda yeni yönler keşfederek onları değiştirir ve onlara canlılık kazandırır. Bundan dolayı uyaran ve uyarılan arasında tek yönlü mekanik bir ilişki değil karşılıklı bir ilişki vardır.2 Buraya şunu da ekleyelim; yapılan deneylerde can sıkıntısı yaşandığı anda kortikal uyarılmada düşüş ve otonom uyarılmada artışın eş zamanlı olarak gerçekleştiği görülmüştür.3 Yani canımız sıkıldığında daha az düşünüp daha çok hareket etme eğiliminde oluyor.
İçinde bulunduğumuz modern dünya varlığını Fromm’u bahsettiği basit uyaranların varlığıyla sürdürür. Cinsel arzu, açgözlülük, sadistlik, yıkıcılık, bencillik gibi dürtüler; sosyal medya, filmler, televizyonlar, gazeteler, dergiler, reklamlar ve meta pazarı aracılığıyla uyarılır. Sistem hep aynıdır: Basit uyarılmaya tepki olarak dolaysız ve edilgen karşılık; izle, satın al ve taklit et. Fakat buradaki kritik nokta bu basit uyaranların etkilerini yitirmemeleri ve kullanıcıların sıkılmamaları için uyaranların sürekli olarak yoğunluğunun arttırılması ya da modellerinin, içeriklerinin değişmesi. Her yıl sil baştan değişen moda sektörü, aynı telefon üzerine fazladan eklenen kamera, diğer modele göre 1 cm daha incelen televizyon ekranı basit uyaranların bizi elinde tutmak için yaptığı basit numaralardandır.
Hepimiz tavşanın o şapkaya daha önce koyulduğunu çok iyi biliyoruz fakat bunu kendimize ve çevremize itiraf edersek canımız sıkılır. İnanacak ve izleyecek daha iyi bir gösterimiz yoktur çünkü. Her yıl yeni bir modelle karşımıza çıkan ve aslında teknik olarak çok da fazla bir yenilik sunmayan iPhone’a o kadar paranın verilmeyeceğini hepimiz biliyoruz ama bu noktada satın aldığımız şey telefon değildir, sadece bir marka satın almak, bu markayla bir statü edindiğimizi düşünmek ve bu markaya/statüye sahip bireylerle, kimlik gruplarıyla özdeşip kendimizden dolayısıyla da can sıkıntımızdan kurtulmak. İçinde bulunduğumuz şu durumda bile Gucci, Fendi, Louis Vuitton, Off White gibi markaların maske üretip yüksek fiyatlara satması ve bu özel üretim maskelerin anında tüketilmesi nasıl bir boşlukta olduğumuzun en sağlam kanıtı.
İç dünyamızın zenginliği ve can sıkıntısı
Peki nasıl oluyor da bu karantina günlerinde birileri sıkıntıdan patlarken birileri de halinden son derece memnun bir şekilde ev hayatını sürdürebiliyor? Can sıkıntısı ve uyarılma ile ilgili iki tip insan vardır. Birinci tipteki insanlar hayatlarını harekete geçirici, üretebildikleri ve kendi kendilerine yetebildikleri uyaranlar üzerine kurmuş üretken kişilerdir; ikinci tipteki insanlar ise durmadan değişen uyaranlara sürekli ihtiyaç duyan, kronik olarak can sıkıntısı taşıyan ama sürekli olarak yeni uyaranlarla uyarıldığı için bunun farkında olmayan uyuşturulmuş kişilerdir. İşte yaşamış olduğumuz bu karantina günlerinde de yeni bir uyaran bulamayan insanlar kronik can sıkıntılarını yavaş yavaş hissetmeye ve içlerindeki anlam boşluğunu görmeye başlamışlardır. Buradaki farkındalık Lacan’ın can sıkıntısını açıklarken kullandığı bilinç dışına itilenlerle sezgisel anlamda yüzleşme değil, doğrudan açık bir şekilde anlamsızlığımızı görmek ve hissetmektir.
Dünyanın büyük bir kısmı bugüne kadar yaşamış olduğu can sıkıntısını bilinç düzeyine çıkarmamak için daimi bir şekilde kendisini basitçe uyuşturdu ve bu basitliklerden kurulu bir meşguliyet alanı inşa etti. Çevremiz sürekli telefonla konuşan, toplantılara katılan, bir yerlere yetişmeye çalışan, yemeğini ayak üstü yiyen ve 24 saatin kendisine yetmediğini söyleyen, anlamsız bir yoğunluğa sahip kişilerle dolu. Vakitleri olsa uzun süredir kenarda beklettiği kitapları okur, resim yapar, ailesiyle ilgilenir, üniversite zamanında uğraştığı hobilerine devam edeceklerini anlatıp dururlar. Fakat görüyoruz ki karantina günlerinde en çok bu meşgul insanların canı sıkılıyor. Evde geçirecekleri uzun saatlerde ne kitap okuyor, ne ailesiyle ilgileniyor ne de eski hobilerini sürdürüyor; elinde telefonla ekran karşısında kendisine önerilen dizileri arka arkaya izliyor.
Modern insanın temel reflekslerinden biri can sıkıntısından kaçmaktır, yaşamış olduğu amaçsızlığı, anlamsızlığı ve varoluşsal tatminsizliğini unutmaktır. Etkinliklere katılarak, eğlenerek, gerçekçi olmayan meşguliyetler oluşturarak can sıkıntısından kurtulmayı ümit eder. Bu insanlar kendileriyle baş başa kaldıklarında yerlerinde duramazlar, sürekli olarak oyalanacak bir şey arar, kendileri dışında bir şeyle meşgul olmaya çalışırlar. Dünyadaki boş zaman bu insanlar için taşınması imkansız bir yüktür, boş zaman onlar için geçirilmesi, harcanması, tüketilmesi gereken bir sıkıntı kaynağıdır. Ama artık kaçacağımız bir yer olmadığını hepimiz gördük; o kitapları okumayacağımızı, yarım kalmış tezimize devam etmeyeceğimizi, sevdiklerimize yeterli vakti ayırmayacağımızı, sandığımız kadar meşgul ve aslında o kadar da mühim ve de her şeyden de önemlisi o kadar güçlü insanlar olmadığımızı öğrendik.
Anlamın olmayışı can sıkıntısının temel belirleyicisidir.4 Yani hayatımızda anlam yoksa can sıkıntısı vardır ve hepimizin malumudur ki insan derin bir anlam yoksunluğu çekmektedir. İçinde yaşamaya çalıştığımız şehirler insana; doğasını, özünü ve güzelliğini kaybettirmiş ve bu kayıp insanı başkalaştırarak incinebilir, yaşam karşısında ezilebilir bir konuma düşürmüştür. Bu düşkünlük halini yaşamak zorunda kalan insan bir yandan da doğası gereği içgüdüsel olarak itiraz edip rahatsızlık hissetmektedir, bu rahatsızlık da hayatlarımıza can sıkıntısı olarak yansımaktadır. Peki çıkış yolu nedir? Cevabı çok basit, bu anlamsızlığı; yeniden insan olarak kalmaya, kalp kırmamaya, hak yememeye, kötü söz konuşmamaya, düşküne el uzatmaya ve eğer başarabiliyorsak da sanatla aşabiliriz ancak.
Bu süreçte lüks villalarında sıkıntıdan ne yapacağını şaşıranları da bir masanın dahi güçlükle sığdığı küçücük odasında halinden memnun, mutlu mesut yaşayanları da gördük. Aralarındaki fark elbette ki anlamdı. Bir tarafta içindeki boşluğu satın aldıklarıyla doldurmaya çalışan ve yanılan diğer tarafta ise dünyaya geliş amacı üzerine sıklıkla kafa yoran, insanlığa ve dünyaya fayda için neler yapabilirim sorusunu sıklıkla kendisine soran ve bunun çabalayan iki insan.
Tam bu noktada Nuri Bilge Ceylan’nın Kış Uykusu (2014) filmindeki Haluk Bilginer’in (Aydın) o meşhur tiradına kulak vermek gerekir: ‘’Valla ben evim, odam, kitaplarım nerdeyse kendimi oralı hissederim; başka bir yere de ihtiyaç duymam. Ya bu insanın kendine bir dünya yaratabilme, kendini oyalayabilme yeteneği ile ilgili bir şey. Sen sıkılıyorsun, çünkü hiçbir şey yapmadan öyle süzülüp duruyorsun güzelim. Saldın kendini iyice. Eskiden çeviri meviri yapıyordun, iyiydi. Şimdi onu da yapmıyorsun. E sıkılırsın tabi, çalışmak lazım, tutku lazım. ‘Çalışmadan geçen bir hayat, dürüst ve namuslu bir hayat değildir’ diye bir laf var biliyorsun.’’
Okumak, yazmak, düşünmek, üretmek, ortaya bir eser koyabilmek elbette önemlidir fakat yine de anlamı bu dar çerçeveye sığdırmamak gerekir. Kuşlar için pencere önüne buğday bırakan, sokak hayvanları için apartmanın önüne bir tas su bırakan, yaşlı komşularının kapısını düzenli olarak çalıp ihtiyaçlarını soran, akrabalarını arayıp gönüllerini hoş tutan, ibadet sonrası tüm insanların sağlığı için dua eden insanların anlam dünyalarının genişliğini ve güzelliğini bazen tahmin bile edemeyiz.
Yaşamış olduğumuz bu salgın süreci bize bir kez daha şunu gösterdi: İnsanın sahip olabileceği tek şey ruh ve anlam dünyasıdır, eğer bu hasletleri insandan çekip alırsak insandan geriye sadece et ve kemik yığını kalır yani işe yaramayan bir post. Ve ne yazık ki şu an birçok kişi bu pahalı ve işe yaramaz postlarla ne yapacağını şaşırmış vaziyette.
Not: Şu an tüm dünyadaki sağlık çalışanları görünmeyen bir düşmana karşı kendilerini siper ettiler ve bizler için canlarını ortaya koyarak büyük bir savaşa giriştiler. İnanıyoruz ki insanoğlu bu zorlu sınavı da sağlık çalışanlarımız sayesinde atlatacaktır. Hepinize ayrı ayrı teşekkür ederiz, hakkınız ödenmez. İyi ki varsınız…
Dipnotlar
1) Arthur Schopenhauer, Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, çev. Mustafa Tüzel (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019), 21-22.
2) Erich Fromm, The Anatomy of Human Destructiveness (New York, Chicago, San Francisco: Holt, Rinehart and Winston, 1973), 314.
3) London, H., Schubert, D. S., & Washburn, D. (1972). Increase of Autonomic Arousal by Boredom. Journal of Abnormal Psychology, 80 (1), 29.
4) Donald Winslow Fiske & Salvatore R. Maddi, Functions Of Varied Experience (Homewood, IL: Dorsey Press, 1961), 110.
Yazınızı çok beğendim Kitaplarınızı da alacağım Hiç değinilmemiş noktalara değinmişsiniz çok yaratıcı ama sonuç kısmı beklediğim gibi olmadı Belki de yüzleşmek istemediğimden 🙂